Ateş Oku RPG ~~ Hogwarts |
|
| Profesör Alımları ~ | |
|
+23Dionysos Demosthenes Antenia Qersa Louvenia Dorrell X. Lark Philedelphia Georgina Sparks Rosepery De Querin Francois Marjorie Destiny Miley Black Madestie Delacrouse Marquéz Slorkié Adney Scary Christ Frost Guineveré Lancy Maddlyn Lady Morgana Diana Meredith Kingsley Cassandra Cersais Bellatrix Diana Fievré Edward Diego Eclipse Vincent Valentine Edaurd Justin Pendragon George Crownie Flora A. Strawy Lachlan Telford 27 posters | |
Yazar | Mesaj |
---|
Destiny Miley Black
Gerçek İsim : TuĞçE Mesaj Sayısı : 6 Kayıt tarihi : 30/12/09 Yaş : 29 Lakap : Hills~~
| Konu: Geri: Profesör Alımları ~ Perş. Ara. 31, 2009 1:59 am | |
| Ad, Soyadı:Hillary Toretto RolePlay Yaşı:20 İstediğiniz Ders:Uçuş Günde Kaç Saat Online?:3+ Örnek RolePlay:
Evde;
Hillary için değişik bir gündü. Mezun olduğundan bu yana Hogwarts’a ilk kez gidecekti. Heyecanına yenilmişti. Sabahın erken saatlerinde kalkarak apar topar hazırlandı. Giydiği siyah mini eteği ve çok beğendiği annesinden kalan bluzunu ayna karşısında düzeltti. Kısa ama hızlı adımlarla mutfağına koştu. Ayakta iken ağzına birkaç lokma tıkıştırdı. Banyodaki değerli taşlarla süslü aynada kendine son bir kez daha baktı. Artık kendinden emindi. Merdivenleri ikişer ikişer inerek kapıya ulaştı. Yavaşça açtı ve yüzüne doğru esen rüzgârdan keyif alırcasına hayata gülümsedi.
Yolda;
Gümüş gri rengindeki arabasına bindi. Orta hızda ilerliyordu. Bir yandan radyosunda çalan müziği dinliyor bir yandan da yolundan çıkmamaya çalışıyordu. O yol… O yol hiç bitmeyecekmiş gibi gelmişti. Bu kadar heyecanlanmasının sebebi neydi ki? Sonuçta sadece uçuş profesörüydü. Ama Hillary, dünyayı kurtaranın ödül almaya gittiği gibi gidiyordu. Büyük bir şey başarmış gibi.
Hogwarts Koridorları;
Hogwarts’a vardığında yüzünün güldüğünü fark etti. Sebepsizce… Okul gerçekten şahaneydi. Uzun koridorları vardı. Herkes koşuşturuyordu. Öğrenciler, profesörler… Hills, her birine gülümsüyor ve kendini tanıtıyordu. Birçok kişinin cana yakın olduğunu düşünmüştü.
Çantasından uçuş ile ilgili kitapları ve diğer malzemeleri çıkararak uygun bir yerde incelemeye başladı. Son anda bir aksilik çıkmasını istemiyordu. Her şey tamamdı. Bir tek şey eksikti. O da öğrenciler. Hills, koşar adımlarla dersinin işleneceği yeri bulmaya çalıştı. Dışarıdan ne kadar komik göründüğünü tahmin bile edemiyordu. Ama hiç aldırmıyordu.
Derste;
Uzun koşuşturmanın ardından dersin işleneceği yeri bulmuştu. Adımlarını yavaşlatarak ilerlemeye devam etti. Kısa süre ardından o öğrencilere, öğrencilerde ona göründü. Hillary’yi görenler sıra düzenine girmeye başladı. Hillary yanlarına yaklaşarak:
—Merhaba çocuklar. Ben yeni uçuş profesörünüzüm. Sizlerle iyi anlaşacağımızı düşünüyorum. Eminim ki derslerimizi eğlenerek işleyeceğiz. İlk ders olduğu için birbirimizi tanımakla başlayabiliriz. Kim ilk önce kendini tanıtmak ister?’’ diye sözlerini tamamladı. Ortalardan bir yerden parmağın kalktığını gördü. El işaretiyle söz hakkı verdi. Öğrenci öne çıkarak kendini tanıtmaya başladı.
— Adım Angela Black Gryffindor 3. sınıf öğrencisiyim. Uçuş derslerine meraklayım.’’ Dedi. Bu kısa açıklama güzel olmuştu. Angela’dan sonra bütün öğrenciler kendini tanıttı. Herkes içten ve sıcaktı. Hillary, konuşmaya yeniden başladı:
Çocuklar size hepinizin hayranı olduğunuz Quidditch’i açıklamak istiyorum. Quidditch, büyücüler tarafından oynanan bir spordur. Süpürge üstünde, uçarak oynanır. Bu oyunun amacı Quaffle denen topu üç çemberin birinden geçirmek ve Snitch denen kanatlı topu yakalayarak maçı bitirmektir. Bu sporda her takım için yedi oyuncu bulunur. Bunlar 3 Kovalayıcı, 1 Tutucu,2 Vurucu,1 arayıcıdır. Ayrıca 3 çeşit top vardır. Bunlar 1 adet Quaffle,2 adet Bludger,1 adet Altın Snitchtir. Kovalayıcılar Quaffle'ları 3 çemberden birine geçirmeye çalışırlar. Tutucunun görevi ise gelen Quaffleları engellemek ve sayı olmamasını sağlamaktır. Arayıcının görevi ise Altın Snitch'i yakalamaktır. Altın Snitch'i yakalayan arayıcının takımı kazanır ve maç biter " dedi. Öğrenciler onu o kadar özenle dinlemişlerdi ki Hills hayran kalmıştı. Şimdiden burada ne kadar güzel günlerinin geçeceğini anlamış | |
| | | George Crownie Hogwarts Müdürü
Gerçek İsim : umut. Mesaj Sayısı : 1989 Kayıt tarihi : 11/07/09 Yaş : 32 Lakap : geo.
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (100/100) Patronus: Mantikor
| Konu: Geri: Profesör Alımları ~ Perş. Ara. 31, 2009 3:03 am | |
| RP'niz yetersiz bulunmuştur. Bu arada imzanız çok büyük. Maximum imza boyutumuz 500x300'dür. | |
| | | Francois Marjorie Ravenclaw V. Sınıf
Gerçek İsim : Batuhan Mesaj Sayısı : 481 Kayıt tarihi : 05/01/10 Yaş : 28
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (91/100) Patronus: Baykuş
| Konu: Geri: Profesör Alımları ~ Salı Ocak 05, 2010 4:48 am | |
| Ad, Soyad: Francois Marjorie RolePlay Yaşı:35 İstediğiniz Ders: İksir Günde Kaç Saat Online?: 4-5 Örnek RolePlay:Rüzgar adeta dans ediyordu Cassy'nin saçlarında... Hava oldukça kasvetli ve keskindi. Bir buz kütlesine girmiş gibi hissettiren soğuk, ilk defa hoşuna gidiyordu belkide.. .Bu, intikamın aklında daha da fazla belirginleşmesine neden oluyor, bir iğneymiş gibi kalbinin tam ortasına batıyordu. Bu saatten sonra bir kalbinin olduğunu bile unutmuştu gerçi... Yavaş yavaş ilerliyor, yürüdükçe daha fazla hızlanmak istiyor fakat çözemediği bir güç onu yavaşlatıyordu. Sonunda ulaşmak istediği yere gelmişti. Bir parça ışığın olmadığı, sanki rüyaydaymışçasına hissettiren geniş, senelerdir bomboş bir garajdı burası... İnce hırkasının sağ cebini yoklarcasına elini götürdü ve hissetti bıçağın keskin ve zalim gücünü. Hafif bir gülümseme yayılmıştı yüzüne. Oldukça şeytani görünüyor, beynine gönderilen komutları istemsizce yaparak karanlıkta bir beden arıyordu. Sol ayağını küçük bir adımla ilerlettiğinde bir şeye çarptı. Evet! Bulmuştu sonunda... Ani bir hareketle yere eğilirken hiçbir şey düşünemiyor, sadece hareket ediyordu.Oldukça hızlı bir şekilde cebinden bıçağını çıkardı ve saçların ipeksiliğini hissetti ellerinde. Bıçağı boynuna dayadı kollarındaki baygın bedenin ve sapladı. Etrafa saçılan kanların kokusu burnunda dolanıyordu...
Perdenin küçük aralığından özgür olmuşçasına saçılan güneş ışığı Cassy'yi kabuslarla dolu rüyasından uyandırdı. Masmavi gözlerini kırpıştırdı ve gerindi sıcacık yatağında. Yorganının hışırtısı rahatlatmıştı onu. İçinde anlayamadığı bir tedirginlik vardı. Yataktan kalkmak için yavaşça hamle yaptı, mis gibi sabun kokan yorganını bir tarafa itti ve hemen yanında duran boy aynasına döndü. Deniz mavisi gözlerine baktı önce; oldukça canlı görünüyorlardı. Bir sır saklıyor gibiydiler. Ardından yumuşacık kızılımsı saçlarına götürdü elini. Sımsıcak bir gülümseme yayıldı yüzüne ve fısıldadı " Harika. " Bugün anlayamadığı bir güzelliği vardı ve bu oldukça hoşuna gitmişti. O sırada oda kapısının tıklatılmasıyla irkildi ve kapıya doğru dönerek "Girebilirsiniz. " diye seslendi.Kapı hafif bir gıcırtıyla aralandı ve babasının telaşlı yüzü gözüktü. Cassy dehşete düşmüştü çünkü beton grisi gibi solgundu babasının yüzü... Hoş ve sakin bir sesle " Baba... Sen iyi misin? " diye bir soru yöneltti. Ne olduğunu anlayamadan bir hıçkırık sesi duydu ve o an kendiside telaşa kapıldı. Çünkü babası kolay kolay ağlamazdı. Annesi öldüğünde bile ağlamamıştı ve bu olay babasından nefret etmesini sağlamıştı. Zaten hemen ardından üvey Marcia'yı atmıştı eve... Cassy bu düşünceleri hemen aklından uzaklaştırdı ve yine tatlı fakat telaşlı bir tonla " Sorun nedir? " Diye bir soru sorarak babasının kahverengi gözlerinin içine odaklandı. Babası biran tereddüte düştü, derin bir iç çekti ve konuşmaya başladı...
Üşüyordu... Buz gibi betonun üzerinde ayaklarını toplamış oturuyordu. Yüzünü saklamak istiyordu fakat ne yaparsa yapsın utancını gideremiyordu. Kimden? Neden utanıyordu? Babasından duyduğu şeyler kafasını karıştırmıştı, karalanmış ve buruşturulmuş bir kağıt sayfasına çevirmişti. Peki neydi bunun sebebi? Üvey annesinin dün gece aniden ortadan kalbolup bulunamaması mı? Tabiiki hayır bu olamazdı.Hatta tam aksine bu Cassy'yi her ne kadar istemesede sevindirmişti. Rüzgar kafasını okşarken sanki ona bir şeyler anlatmak istiyor gibiydi. Yavaş yavaş bir şeyler oluşuyordu sanki aklında... Sanki nerede olduğunu biliyordu Marcia'nın... Ama nerden biliyor olabilirdi? İşte tam o sırada dehşet birşey geldi aklına. İstemsiz bir şekilde ağzından döküldü kelimeler " Rüyamda gördüm...! " Evet şimdi hatırlamıştı işte. Görmüştü ! Marcia'nın yüzünü, nerede olduğunu görmüştü. Fakat neler olduğu hakkında en ufak bir fikri yoktu. Beyninin sınırlarını zorluyor , kafasını gittikçe karıştırıyordu. " Neler oldu? " Başını yavaşça denizin hırçın dalgalarına doğru kaldırdı, hoş ve tuzlu kokusunu derin bir nefesle içine hapsederek ayağa kalktı. Evin demir kapılı girişine doğru ilerlerken kafasında bir görüntü daha belirdi. Ne olduğunu anlayamadan ayakları yola sürükledi Cassy'yi... Neden ve nereye gittiğini bilmiyordu. Marcia gerçekten hiç umrunda değildi. Fakat içindeki anlayamadığı iğrenç huzursuzluk bir şeyler söylüyordu ona...
Kasvetli, dar sokaklarda ilerlerken binbir şey geçiyordu aklından.Bir saniye aklında inanılmaz korkunç derecede bir görüntü beliriyor, hemen kayboluyordu. Fakat hep ordaydı, sadece derinlere gidiyordu... Yürüdükçe karanlık yollar onu kendi içine çekiyordu.Yere bakarak yürüyor, kafasını kaldırmaktan oldukça korkuyordu.Sanki yakalanmaktan korkuyor gibiydi. Ama neden kaçtığını nereye gittiğini bile bilmiyordu henüz... Küçük bir dükkanın önüne gittiğinde duraksadı ve etrafına bakındı. Tıkanmıştı şimdi ve nereye gideceği hakkında en ufak bir fikri yoktu. Şüpheli gözlerini sağa, sonra sola çevirdi ve yanlış yolda olduğunu hissetti. Geldiği sokaktan geri gitmeye niyet ettiğinde aradığı şeyi gördü: "Koskocaman paslı demir bir kapı..." Ardına kadar sımsıkı kapanmış bu kapıya geldiğinde büyük bir tereddütle elini uzattı, demir kapının koluna koydu.Kapının büyük bir gürültüyle açılması onu düşmek üzere olduğu hayalden uyandırır gibi oldu. Ama yinede kendinde değildi, ne yaptığını kesinlikle bilmiyor fakat yapıyordu. Kapının açılmasıyla beraber çok iğrenç bir koku geldi küçük burnuna... Yüzünü buruşturdu ve içeri doğru bir adım atarak karanlığa bıraktı kendini...
Ağır ağır ilerliyor oldukça büyük olan bu mekanın ne olduğunu çözmeye çalışıyordu. Attığı her bir adımla beraber kalp atışlarının daha fazla yüksek sesle ve çok daha hızlı atmaya başladığını hissediyordu. Etrafına bakınırken biraz uzağında anlayamadığı bir şey gördü ve büyük bir korkuyla ilerlemeye başladı. Cassy'nin içi bu şeyin ne olduğunu çok iyi biliyor, ona fısıldıyor fakat duyuramıyordu sesini... Sonunda ayaklarının dibinde duruyordu bu gizemli şey. Hafifçe yere eğildi, elini attı ve hissetti... Yumuşak bir saç tutamı gelmişti eline ve bu tutamı çevirip saçların sahibinin yüzüyle karşı karşıya geldiğinde resmen şok geçiriyordu.Bu, Marcia ' ydı! Gözlerini çevirerek cesedi incelemeye başladı.Boğazının tam ortasında bir bıçak saplıydı ve bıçak oldukça dikkatini çekmişti. Duygusuz ve ani bir hareketle bıçağı Marcia'nın boynundan çekti ve elinde döndürerek uzun uzun baktı. Uzun siyah saplı bıçak oldukça hoş görünüyordu. Baştan sona kana bulanmış olan sapında ellerini gezdirirken bir kabarıklık hissetti, hafifçe kanı sıyırdı ve okudu : " Cassy Xenia ." O an kalbi ritim tutmayı kesti, gözleri kocaman oldu ve aniden suratında sinsi bir gülümseme belirdi. Kendiside bir anlam veremiyordu bu gülümsemeye fakat hoşuna gitmişti işte... Kendisi öldürmüştü...
Koşarak garajın girişine doğru ilerledi, kapıyı mümkün olduğunca hızlı açarak çıktı. Kapının kapandığından emin olduktan sonra koşmaya devam etti. Nasıl hızla gittiğini bilemiyordu. Rüzgar saçlarını delicesine savuruyor, içine huzur dolduruyordu. İskeleye ulaştığını farkedince son bir kez baktı elinde tuttuğu bıçağına ve savurdu denize doğru . Bir delil olmaması gerekiyordu... Bıçağın yavaş yavaş gözden kaybolmasını izledi ve hemen arkasında duran banka oturdu. Beyninde kalan tek soruyu yanıtlamaktaydı sıra şimdi. " Neden bilmiyordum bunu ? " Denize doğru bakarak kısa bir süre düşündükten sonra bulmuştu cevabını " Çünkü iki tane Cassy taşıyordum aslında içinde... Biri nefret eden, iyi , fakat cesareti olmayan Cassy. Diğeri ise ne yapacağını bilen fakat kötü olan Cassy. Ne yaptığımı bilmiyordum çünkü kötü olan iyiye söylemiyordu..." Bu sözleri fısıldadıktan sonra harika bir gülümseme yaydı suratına...Gamzeleri küçük bir çiçek gibi açılmıştı. Oldukça gizemli bir şekilde fısıldadı yine " Merak etme! Bu bizim sonsuza kadar küçük sırrımız olarak kalacak...Sadece ikimiz bileceğiz.SÖZ! " Son kez parlıyordu o boncuk gözleri şimdi... İçinde saklamak üzere kendini denize bıraktı. Son hissettiği şey dalgaların arasında kaybolduğuydu. | |
| | | George Crownie Hogwarts Müdürü
Gerçek İsim : umut. Mesaj Sayısı : 1989 Kayıt tarihi : 11/07/09 Yaş : 32 Lakap : geo.
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (100/100) Patronus: Mantikor
| Konu: Geri: Profesör Alımları ~ Salı Ocak 05, 2010 6:44 pm | |
| | |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Profesör Alımları ~ Paz Ocak 10, 2010 12:03 am | |
| Ad, Soyad: Valerié Scarlett Gatés RolePlay Yaşı: 23 İstediğiniz Ders: Uçuş Dersi Günde Kaç Saat Online?: İnternetimi yaparsa şu türk telekom 5 ile 10 arası. Haftasonlarıda sürekli. Örnek RolePlay: Hogwarts'ın rutin sabahlarından biriydi. Isabella yavaşça yatağından doğruldu. Banyoda yüzünü ve ellerini yıkayıp dişlerini fırçaladı. Herzamanki gibi siyah ama gösterişli elbisesini giydi. Topuklu ayakkabıları ve cübbesini yine unutmamıştı. Kitaplarını ve asasını alıp yemekhaneye yürüdü. İlk dersine girmek için Biçim Değiştirme sınıfına doğru yürüdü. Topuklu ayakkabıları koridorda yanklanınca Biçim Değiştirme sınıfından gelen gürültüler kesildi. Kapıyı açtı. " Günaydın Çocuklar. " diye kükredi sınıfta. 4. sınıflar buna alışıktı. 1. sınıflara karşı daha yumuşak olmayı deniyordu. Nede olsa onlar daha 11 yaşındaydı. Kitaplarını kürsüye bıraktı. " Evet. Herkes malzeme katından Hamsterlerını almıştır umarım. " dedi tehditkar bir sesle. Çocuklar yutkundular. Hamsterlar masaların üstüne kondu. " Şimdi sizden bileğinizi benim gibi önce yukarı sonra sağa doğru keskin kıvrımlar çizerek indirmenizi ve ileri doğru küçük bir vuruş yapmanızı istiyorum. " dedi. Ellerini önce yukarı sonra sağa doğru keskin kıvrımlar çizerek indirdi ve ileri doğru küçük bir vuruş yaptı. Herkes deniyordu. " Evet. Şimdi başlıyoruz. Denemek için süreniz var. " dedi. Elini hamstera doğrultup asayı salladı. Hamster büyük kristal bir vazoya döndü. " Evet. Dersin sonuna kadar bana büyük veya küçük bir kristal vazo getirmelisiniz. " dedi. biraz olsun gülümsemeyi başarmıştı. 4. sınıflardan kısa boylu ve tıknaz bir öğrenci yanına yanaştı. " Profesör Kohen. Ben bir türlü ileri vuruşu yapamıyorum. Gösterirmisiniz. " dedi. Isabella çocuğu elini tuttu. Hareketi çocuğun hamsterına uyguladı. " Hadi bakalım. Sözler. " dedi Isabella. Çocuk elini sallayıp narin vuruşu yaptı. Hamster orta boyda renki kristal bir vazoya döndü. Şekli biraz yamuktu. Ama çocuğa gülümsedi. " Aferin Danfield. " dedi. Dersin bitiş çanları çaldı.Hedefine ulaşmış kristal vazoları toplamıştı. Hepsini depoya koydu. " İyi günler çocuklar. " diyip kapıdan çıktı.Diğer dersi 1. sınıflara olduğu için kitaplarını almaya ofisine ilerledi. |
| | | George Crownie Hogwarts Müdürü
Gerçek İsim : umut. Mesaj Sayısı : 1989 Kayıt tarihi : 11/07/09 Yaş : 32 Lakap : geo.
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (100/100) Patronus: Mantikor
| Konu: Geri: Profesör Alımları ~ Paz Ocak 10, 2010 12:21 am | |
| | |
| | | Flora A. Strawy
Gerçek İsim : Aslı Mesaj Sayısı : 34 Kayıt tarihi : 19/10/09 Yaş : 29 Lakap : Hermi,Hermione
| Konu: Geri: Profesör Alımları ~ Paz Ocak 17, 2010 12:23 am | |
| Ad, Soyad:Hermione Anna Granger RolePlay Yaşı:20 Günde Kaç Saat Online?:Her gün fazla fazla.gABRİELLA anna lynn diğer karakterim ayrıca.giremedim şifreyi unuttuğum için.Şİfreyi hatırladım yani buldum bugün.O yüzden anca ş,imdi buna girebiliyorum... Örnek RolePlay:İksir dersinin olacağı gün Jessica beni mutlu bir şekilde kaldırmıştı.Kalktıktan sonra Jessicay’la cüppelerimizi giyerek aşağıya iksir odasına inmiştik.Herkes sırasında uyukluyordu.İksir Profesörü;Profesör Matter:
-“Herkese merhaba!”diyerek güne başladı. -Merhaba Profesör Matter.
Hepimiz büyük bir merakla Profesör Matter’ın işleyeceği konuya hazırlanmıştık.Profesör Matter’a:
-Profesör Matter,bu gün hangi konuyu işleyeceğiz?
-Bayan Blomwood.Sizinde herkes gibi beklemeniz gerekiyordu.Ama söyleyeyim.İşleyeceğimiz konu Ufalma.Evet herkes kitaplarının 15 ve 16.sayfasını açsın.
Sayfaları açtıktan sonra profesör sayfayı incelememizi istedi ve bize şunu sormuştu:
-Aranızda ufalma iksirinin malzemelerini ve ne işe yaradığını bilen var mı?
Parmağımı kaldırmıştım ve Profesör Matter:
-Bayan Blomwood.Evet.Söyleyin.
-Ufalma iksirinin içinde bulunanlar kesilmiş papatya kökleri,soyulmuş büzülmüşincir,dilimlenmiş tırtıllar,bir fale dalağı,bir parça sülük sıvısıdır.Ufalma iksirinin amacı nesneleri ufaltmaya yarar Profesör Matter.
-Evet Bayan Blomwood.Sağolun.
Kitabı incelemeye devam ediyorduk.Sonra Profesör Matter bize dersi anlatmıştı.Dersi tam olarak kavradıktan sonra iksiri yapmaya çalışmıştık.Ne yazık ki bazılarının olmamıştı.Ama benim olmuştu.Profesör Matter beni tebrik ettikten sonra ders bitti demişti.
Bende mutlu bir şekilde odadan çıkarken Jessica yanıma geldi ve ;
-“Senin bu haline bayılıyorum.” demişti… NOT:BU RP İKSİR DERSİ İLE İLGİLİDİR.EĞER BOŞSA İKSİR,DEĞİLSE BİTKİBLİM PROFESÖRLÜĞÜNÜ İSTİYORUM... | |
| | | Rosepery De Querin Gelecek Postası Sahibesi
Gerçek İsim : Yüzüklerin Efendisi Mesaj Sayısı : 209 Kayıt tarihi : 20/11/09 Yaş : 29 Lakap : Lotriçe.
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (97/100) Patronus:
| Konu: Geri: Profesör Alımları ~ Çarş. Ocak 20, 2010 11:21 pm | |
| Rosepery Dé Querin 22 2-3 saat Pm ile gönderildi. Bitkibilim Profesörü olmak istiyorum. | |
| | | Vincent Valentine
Gerçek İsim : Beycan Mesaj Sayısı : 554 Kayıt tarihi : 12/07/09 Lakap : Vince, Vala
| Konu: Geri: Profesör Alımları ~ Çarş. Ocak 20, 2010 11:27 pm | |
| Hermione Anna Granger; Kabul edilmedi. Rpniz yetersiz bulunmuştur...^^
Rosepery De Querin; Alındınız...^^ | |
| | | Georgina Sparks
Mesaj Sayısı : 3 Kayıt tarihi : 20/01/10
| Konu: Geri: Profesör Alımları ~ Perş. Ocak 21, 2010 1:54 am | |
| Ad, Soyad: Georgina Sparks RolePlay Yaşı: 21 İstediğiniz Ders: Astronomi prof. Günde Kaç Saat Online?: +3 Örnek RolePlay: Güneş parıldıyordu. Dışarı çıkmak ve güneşlenmek için harika bir gündü veya kendini eve hapsedip uyumak için. Georgina'da öyle yaptı neredeyse bütün gece uyumamıştı. İrlanda'dan gelen kardeşi ona oradaki hikayelerini analtıp durmuştu. Her ne kadar dinlemek istemesede. Güzel bir uykunun tadnı çıkarıyorduki Abbey üstüne atladı. Abbey onun gri renkteki aptal kedisiydi. Korkudan bir anda yatağından sıçradı ve yere düşünce kedisine bağırmaya başladı. Kardeşi kapıyı çalmadan içeri girince daha çok sinirlendi ve kediyi kucağına alıp kardeşinin kucağına attı ve kapıyı kapatıp kilitledi. Evdekilerin onu hala küçük görmesi çok saçmaydı. Bir ara öğrenci olarak gittiği okula profesör olarak dönmüştü ve buda büyümek demekti yada onun gibi birşey. Uyanınca aşağıdan gelen bağartıları fark etti. Keş tipli annesi,kardeşine bağırıyordu ve haklıydı çünkü kardeşi babasına çok benziyordu. Tabii kide bunların hiç biri onu ilgilendirmiyordu. Bu gün hatta iki saat içinde King's Cross'ta olması gerekiyordu. ''Harika,şimdi o aptal kediye teşekkür etmem gerekiyor.'' dedi ve aynasının önünde duran kırmızı şarap şişesinde 1-2 damla şarap kalmıştı belkide iki yada üç gündür orda duruyordu. Şişeye dikkat ermeden parfümünü aldı ve krem rengi çantasına attı. Çantayı yanına aldıktan sonra bu odayı bir daha görmemeyi dileyerek odadan çıktı. Evin en üst katında sadece onun odası ve ona özel giyinme odası vardı. Merdivenlerin başında bugün giymeyi planladığı ayakkabının teki ve iki basamak altında ise diğer teki duruyordu. Ayakkabıları eline alıp hızlıca merdivenlerden indi. Annesi salonda oturmuş boş boş etrafı inceliyordu. Bu haraketlerinin nedeni ise çok açıktı ya evin dizaynını değiştirmeye karar vermişti yada aklını kaybetmiş onu arıyordu. Georgina bir anda hiç kimseye bir şey demeden bu iğrenç anıları ona yaşatmış olan evden çıkmak ve Hogwarts'a gibip kendini oradaki işine vermek istiyordu. O istediği her şeyi yapardı. Yine öyle yaptı ve kimseye haber vermeden sesizce evden çıktı. Şuandan ihtibaren yaşam sitilini sonsuza kadar değiştircekti. Ona acı verebilcek herşeyden uzak durucaktı. Başkalarını düşünmiycekti ve sadece kendisi için yaşıyacaktı. Güneşli hava yavaş yavaş kendini yağmura bırakıyordu. Bulutlar etrafı olduğundan üç-dört saat daha geç göstermeye başlamıştı. Ama Georgina için değişen hiç bir şey olmadı. Sadece bir an önce King's Cross'a gitmek istiyordu.
King's Cross'a giden yola girmeden önce yolunu uzatıp daha çok muggle'lara rastlanan bir yere gitti. Her yer heyecanla konuşan insanlarla doluydu. Tabiki buraya bunları görmek için gelmemişti. Etrafına bakmadan hızlıca yerdeki taşları bile ezberlediği dar çıkmaz bir sokağa girdi. Sokağın girişinde başını hafifçe kaldırıp etrafa baktı. Buraya en son iki yıl önce gelmişti ama yinede her şey aynıydı. Elini sokağın girişindeki lambaya dayadı ve derin bir nefes alıp kendinden emin adımlarla sokağın en ucunda bulunan ve klasik bir İngiliz evini andıran ama kapının girişinde kocaman bir İrlanda bayrağı bulunna dükkana girdi. Dükkanın bir tarafında geçen yılın aziz Patrick gününden kalma süsler dieğr tarafında ise yarısı dolu bir bira bardağı bulunuyordu. Bira bardağı hariç her şey eski görünüyordu. Georgina kasanın yanına duran küçük yarı-paslanmış,yarı-tozlu altın sarısı olan zili çaldı. Hiç kimse gelmedi veya hiç bir şey olmadı. Beş dakika bekledikten sonra girişte gördüğü bira bardağı yere düştü ve kırıldı. Georgina oturduğu yerden kalktı ve bağırarak ''Hey! Orda olduğunu biliyorum!'' dedi ve bira bardağı kırıklarının olduğu yere gitti. Rafın arkasındaki adam sesizce duruyordu ve bir anda sesizliğini bozup onun yanına geldi. Adamın gri-beyaz saçları ve zümrüt yeşili gözleri vardı. ''Niye geldin?'' dedi adam soğuk ve isteksiz bir sesle.''Ben...şey...Hogwarts'a gidiyorum.''dedi ve siyah gözlerini devirerek yerdeki bardağın kırıklarını temizliycekken adam sert bi şekilde onun bileğinden tuttu ve kapıyı gösterdi. Georgina gözünün önüne gelen saçlarını düzeltti ve kapının yanın yanında duran kırık aynaya baktı. Sonra dükkandan çıktı ve en fazla 1 metre yürüdükten sonra dükkandaki adam ''Başarılar kızım'' diye bağırdı. Georgina gülümsedi ve Kign's cross'a doğru yol aldı. | |
| | | X. Lark Philedelphia
Gerçek İsim : Güven Mesaj Sayısı : 35 Kayıt tarihi : 30/10/09 Yaş : 32
| Konu: Geri: Profesör Alımları ~ Perş. Ocak 21, 2010 3:24 am | |
| | |
| | | Louvenia Dorrell Ravenclaw V. Sınıf
Gerçek İsim : Yağmur. Mesaj Sayısı : 204 Kayıt tarihi : 24/01/10 Lakap : Lora
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (95/100) Patronus: Kuğu
| Konu: Geri: Profesör Alımları ~ Ptsi Ocak 25, 2010 12:01 am | |
| İksir Profesörlüğü. Ad, Soyad:Madeleine Celine Arwell RolePlay Yaşı:23 Günde Kaç Saat Online?:2-3 saat Örnek RolePlay:- Spoiler:
Ağaçların arasında süzülen güneş, gözlerini kısmasına neden oluyordu. Güneşin en az ulaşabileceği ağacın altına otururken, kadife çantasını yükün altında ezilmiş olan omzundan çıkarıp kenara attı. Hogwarts'ta yeni bir günün ortası için fazla sessiz olan bahçede bir iki öğrenciden başka hiç kimse yoktu. Ortak salonda Zonko'nun dükkânında aldığı yeni ürünleri deneyen öğrencilerin yaptığı saçma şeyler onu bunaltmaya başlamıştı. Onlardan birisine tekme atmak için her şeyini verebilirdi ama fazla iri öğrencilerin altında ezilmekten onu kurtaracak bir meleğin aniden ortaya çıkması ona imkânsız geliyordu. İlk zamanlardan sakatlanmak ona uymadığından başını eğip uslu kız olmak zorundaydı. Yaz sıcağına rağmen altına giydiği kısa tayt küçük bedeninden kayıyordu. Bacaklarını karnına doğru çektikten sonra, küçük kollarını bacaklarının etrafına dolayıp başını bacaklarının arasına aldı. Bu duruş artık Nessie için düşünme pozisyonu haline gelmeye başlamıştı. Etrafta ötüşen kuşları neşesine anlam veremiyordu. Mutlu olmak artık ona imkânsız gözükmeye başlamıştı. İmkânsızı aşmak için artık çaba sarf etmiyordu. Çehresini bacaklarının üstünden kaldırarak, durgun göle baktı. Gölün kenarındaki çimenlerin bazıları, öğrenciler çimlerin üzerinde yürürken ezilmişe benziyordu. Gölün kenarında oturan bir kaç öğrenci yerden aldıkları taşları durgun göle atıp, gölü hareketlendiriyorlardı. Kadifemsi çantasını ince parmaklarıyla kendisine doğru çekip, çantanın içinden kitaplar tarafından ezilmemiş temiz bir parşömen çıkardı. Tüy kalemi ve mürekkebi çıkardıktan sonra, çantanın fermuarını kapatıp, parşömeni çantanın üstüne koydu, ince parmaklarının arasına aldığı tüy kalemini mürekkebe yavaşça batırdıktan sonra, gözlerini kısarak parşömene baktı. Annesinin ona yolladığı saçma mektuba cevap vermezse annesinin yaygara çıkaracağı çok barizdi. Ne anlatmasını bekliyordu ki? Annesine hiçbir zaman her şeyini anlatmamıştı. Onun her şeyi başkalarıyla paylaşma merakı yüzünden aralarındaki en ufak bir sır bile bütün herkes tarafından duyulurdu. Kalemi daha sıkıca sarıp özensiz bir biçimde yazmaya başladı. Anne Evet, burada her şey muhteşem. 7 yılımı burada geçireceğim için çok şanşlıyım, beni merak etmene gerek yok. Burada gerçek bir aile (!) edindiğime emin olabilirsin. Umarım sende kocanla çok mutlusundur. Nessie Laf sokmadan bir mektup bile yazamıyordu. Zarif yüzündeki bütün mimikler kendisini beğenmiş bir hal almışken, gözleri gri renge dönmüştü. Mektubun annesinin tam hak ettiği gibi olduğuna karar verince kadife çantasının içinde ilk bulduğu kitabın arasına koydu. Çehresini güneşin geldiği yöne doğru çevirdiğinde, göz bebekleri küçülmüş, grimsi gözleri kısılmıştı. Çehresini göğsüne doğru eğdi. Büyük sınıfların uzaktan duyulan kahkahalarından başka hiçbir ses yoktu. Ensesinde sıkıca topladığı saçlarına doğru hamle edip saçını açtı. Annesine duyduğu nefret yüzünden diğer her şeyi unutmuştu. Babasının ölümünden sonra başka bir adamla evlenmesi Nessie için tam bir şok olmuştu. O adamla mutlu olmasını istemiyordu. Annesinin acı çekmesini istiyordu. Tıpkı bir zamanlar onun çektiği gibi, hatta daha fazlasını. Üvey babası Tim onu öldürse bile umurunda olacağından kuşkuluydu. İnce parmaklarıyla eline aldığı taşı elinde çevirirken, gözlerini büyük ihtimalle demin ki kahkahaların geldiği büyük gruba çevirdi. Herkes kıvırcık saçlı, kilolu bir çocuğun etrafına toplanmıştı. Çocuk bütün ilginin kendisinde olmasından dolayı yüzünde kibirli bir ifadeyle diğerlerine bir şeyler fısıldıyordu. Elinde tuttuğu büyük kırmızı kutunun üzerine gözlerini dikmiş öğrencilerse çocuğun dediklerini fazla umursuyora benzemiyorlardı. Kırmızı kutunun içinde ne olduğunu meraka ediyordu, belki de sadece Zonko'dan alınmış bir şaka malzemesiydi. Ya da içinde büyük bir hayvan vardı. Kızın teki artık dayanamıyormuş gibi bir ifadeyle çocuğa ters ters bakıp ince bir sesle: "O kutuyu açmayı düşünüyor musun yoksa açmadan önce o şişko kafanı koparmalı mıyım?" "Melanie eğer çeneni kapamazsan kutunun içindeki görmeden öbür tarafa gideceksin." "Küçük budala." Yüzünü buruşturarak Melanie denilen kıza baktı. Bu çocuğa küçük demek biraz zor hatta imkansızdı. Ağzından çıkan cılız kahkahaya kendisi de şaşırarak arkasına yaslandı. Çocuk hızlı adımlarla şatoya doğru yürürken arkasından küfreden grup gölün etrafında yürümeye başlamıştı. Çocuklardan birisi göle düşmüştü. Daha doğrusu çocuğun teki ona göle doğru itmişti. Çocuk sırılsıklam bir halde gölden çıkarken, kahkahalar daha da artmaya başlamıştı. Yüzündeki ifadeyi sabit tutmaya çalışarak kadife çantasının fermuarı oynamaya başladı. Hogwarts'ta bazı saçma derslerin yanı sıra eğlenceli dersler de vardı ve tabii budalaların yanı sıra daha az budala öğrencilerde mevcuttu. Alışmaya başlıyordu yeni düzene, derslerde zorlandığında yardım etmek için etraflarında dolanan büyük sınıflar sadece bu konuda yararlıydılar. Birde kibirli Slytherin'liler 1. sınıflara bulaştığında, onlara laf sokmalarıyla işe yarıyorlardı
| |
| | | George Crownie Hogwarts Müdürü
Gerçek İsim : umut. Mesaj Sayısı : 1989 Kayıt tarihi : 11/07/09 Yaş : 32 Lakap : geo.
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (100/100) Patronus: Mantikor
| Konu: Geri: Profesör Alımları ~ Ptsi Ocak 25, 2010 1:35 am | |
| Alındınız. Aramıza hoşgeldiniz. | |
| | | Antenia Qersa
Mesaj Sayısı : 1 Kayıt tarihi : 26/01/10
| Konu: Geri: Profesör Alımları ~ C.tesi Şub. 06, 2010 10:56 pm | |
| Ad, Soyad: Antenia Qersa RolePlay Yaşı:19 İstediğiniz Ders: Eski yazıtlar yada muggle profesörü Günde Kaç Saat Online?: 5 Örnek RolePlay: Sabah kalktığında acele etmesi gerektiğini fark etti. Hemen birşeyler atıştırıp üstüne beyaz bir kazak , altına bir kot pantolan giydi. Hafif bir makyaj yapıp tatlı olan çilekli parfümünden sürdü.Bugün işleyeceği konu hakkındaki kitaplarını alıp ve üstüne beyaz büyük siyah düğmeli paltosunu giydip evden çıktı.Biraz sonra okula varmıştı.Okulun içine girdiğinde gülümser yüzünü kullanarak ''Günaydın Marry. Bügün nasılsın bakalım..?'' ''İyiyim öğretmenim siz nasılsınız?'' Bu 2.sınıf Gryffindor öğrencisini çok seviyordu.Onun derse katılımı ve şirinli onu kendisine hayran bırakmaya yetiyordu.Bugünse kızın gözlerinde yine şevinç pırıltıları vardı.Onun başı sıkıştığında hiç düşünmeden ona yardım edebilirdi.Beraber derse girdiler ve ona bir kaç şey söledikten sonra yerine geçmesine izin verdi.
Çocuklar getirdiği kitapların sayısı ve kalınğılı hakkında şaşırmış ve hayrete düşmüş olmalılar ki bir birleri ile sohbet etmeye başlamışlardı. Lorinna buna 5 dakika izin verdi.Çünkü öğrencilik yıllarında aynısını oda yapmıştı.Bu düşünceleri aklından silerek ''Evet çocuklar.Derse dönelim mi artık nedersiniz..?'' Sınıfta doğrulmalar başladığında ise paltosunu çıkarıp askılığa astı ve beyaz önlüğünü giydi. ''Bugünkü konumuzda Muggle'lerin doğuşu konusunu işleyeceğiz..''
Başka sitede yazdım başvuru rp'm.. | |
| | | Marquéz Slorkié Karanlık Lord
Gerçek İsim : güven Mesaj Sayısı : 205 Kayıt tarihi : 11/07/09 Yaş : 32
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (99/100) Patronus:
| Konu: Geri: Profesör Alımları ~ Ptsi Şub. 08, 2010 1:50 am | |
| RP'niz profesörlük için yetersizdir. Yeterli olsa bile, Muggle Bilimleri dersimiz yoktur. | |
| | | Dionysos Demosthenes
Mesaj Sayısı : 4 Kayıt tarihi : 11/02/10
| Konu: Geri: Profesör Alımları ~ Perş. Şub. 11, 2010 4:04 am | |
| Ad, Soyad: Dionysos Demosthenes RolePlay Yaşı: 19 İstediğiniz Ders: Mitoloji Günde Kaç Saat Online?: Minimum 2 Örnek RolePlay: Parmakları arasında tuttuğu kalınca zarfa hipnotize olmuş gibi bakıyordu. Oysa ki zavallı baykuşu, sabahın köründe yatağının yanındaki pencerede öylece pinerken bulduğunda yine Euryale'in saçma iletişim kurma çabalarından biriyle karşı karşıya olduğunu sanmıştı. Gülümseyerek baykuşu içeri almış, kızın çocukça davranışları için ondan özür bile dilemişti. Hatta, notun tamamen gereksiz olduğundan o kadar emindi ki, kuşun ayağından çıkarmaya zahmet etmeden hayvancığı beslemeye koyuldu. Baykuş, sanki haftalardır uçuyormuşçasına yorgun ve aç bir şekilde Lucifer'in yatağına tünediğinde, onun belki de baykuşhaneden gelmiyor olduğuna dair ilk şüphe uyandı içinde. Bacağına sıkıca bağlanmış, kalınca zarfı gördüğünde ise, suratında bir şok ifadesiyle zarfı çözüp incelemeye koyuldu. Üzerindeki mühürde, kiril alfabesi olduğunu düşündüğü değişik biçimler olduğundan bir şey anlaması mümkün olmamıştı. Zarfın yanlışlıkla kendisine geldiğine dair içindeki küçücük umut, inci gibi bir el yazısıyla yazılmış ismini -herkesin bildiği değil de, yetimhaneden ona verilen ismini- görünce tamamıyla söndü. Rikard De Villegg... Eğer, bir kimliğiniz bile yokken yetimhânenin birine terkedilirseniz, size sanki o dilde başka isim yokmuş gibi, klasik üç isimden biri verilir. Hans, André, Rikard... Ve yetimhânede sizinle ilgilenen görevlinin soyadı. Bu yüzden, Copenhagen'da, ya da dünyanın herhangi bir yerinde dolaşan binlerce Rikard De Villegg bulabilirsiniz, ya da André Erstad, Hans Skogg... Fakat ne yazık ki, Illustris'de kendi gibi Copenhagen'da bir yetimhânede büyüyen kimse ile tanışmamıştı. Zarfı, elinde sanki her an patlayıp, hayattan aldığı azıcık keyfi de yokediverecekmiş bir bomba gibi tutuyordu, narin ve ürkekçe. Şu âna kadar onu aramamış herkimse, bundan sonra iyi bir şey için aramazdı. İnce, kemikli parmakları zarfın her bir köşesini yokladı. İçinde ne olduğunu merak etmiyor değildi, lakin elindekileri -elinde ne olduğu şüpheliydi ya- kaybetmekten korktuğundan açacağı ânı biraz olsun ertelemek istiyordu. Tamı tamına altı dakika ve otuz altı saniye sonunda,bu zarfın içindeki her ne ise ondan kaçamayacağını idrâk edebilmiş olduğundan mühürü narince kırdı. Zarftan yayılan ağır karanfil kokusu önce yüzünü buruşturmasına, bir on saniye sonra da önüne geçemediği bir hapşuruk krizine girmesine neden olmuştu. Kendine gelebildiğinde, zarfın içine koyulmuş yüklüce miktarı gördüğünde şaşkınlığı sadece biraz daha arttı. Aynı düzgün yazının sahibinden ona gönderilen bir kaç satırda gezdirdi gözlerini. Bu sefer Rusya'daki dul bir kadına verilmişti velayeti ve mektup yeni annesindendi. Fazlaca cömert anne, onu noelde beklediğini söylüyor ve her ay düzenli olarak para göndereceğini de ekliyordu. Velayetini üstlenen bir melek olamayacağına göre, kadının üzerinde nasıl bir çıkarı olabileceğini düşündü ister istemez. Illustris'e başladığı şu iki yılda o kadar fazla aile değiştirmişti ki, kimsenin bir çıkarı olmadan evlat edinmeyeceğini bilecek kadar tecrübeliydi. Sözde, dışarıdan iyilik yapıyormuş gibi görünmeye çalışan zengin züppelerinin yeni oyuncağıydı kimsesizler.
Reşit olmadığı için, onu yeniden bir ailenin yanına vereceklerini zaten biliyordu, yine de canının sıkılmasını engellememişti bu. Zavallı Bayan Kismul'ün ölümü zaten yeterince yıkmıştı onu, bir de yepyeni insanlara alışmak zorunda olduğu fikri iyiden iyiye moral bozucuydu. Mektuba cevap yazması gerektiğini hissediyor, fakat ne yazıp yazmaması gerektiğini bilmiyordu. Çantasına tıkıştırdığı parşomenlerden birini ve kalemini çıkarıp bir şeyler karaladıysa da, tekrar okuduğunda saçma olduklarına karar verip buruşturdu. Bunu üçüncü kez yaptığında ise, düşüncelerini toparlamadan yazamayacağını farkedip hava almanın ona iyi geleceğini düşündü. Kahvaltı için zaten yeterince geç kalmış olduğunu yatağının karşısında duran taş saatin akrep ile yelkovanı haber vermişti. Zarfı öylece yatağın üstüne bırakıp giyinmeye koyuldu. Hava, bir kuzeyli için fazlasıyla sıcak, fakat yine de pusarık olduğundan dolabının derinliklerine kaldırdığı yağmurluğu da üzerine geçirdi ve zarfı cebine koyup, yerde duran çantasının içindeki ateşviskisini yanına aldı. Heybetli kapılardan, taş koridorlardan ve ıssız merdivenlerden yavaşça ilerledi, neredeyse boş olan avluya çıktı. Yağmur başlamadan biraz temiz hava almak için dışarıda oturan öğrencilerin neşeli konuşmaları kulağına çalındı. Evet, herkesin mutlu olabilecek bir şeyi vardı. Belki Lucifer'in de mutlu olması gerekiyordu, bir de kafasındaki onlarca endişeden kurtulabilse... Nereye gideceğini düşünmemiş de olsa, adımlarının onu kara göle, ektiği bitkilerin yanına götürdüğünü biliyordu. Küçük bahçesine vardığında suratında memnuniyet ifadesiyle, yeni yeni filizlenen sarmaşıklarıyla konuştu bir süre. Sonra yanlarına oturup viskisini yudumlamaya başladı.
Yağmur çoktan başlamış, önünü kapamaya gerek duymadığı yağmurluğu yüzünden bedeninin oldukça büyük bir bölümünün ıslanmasına neden olmuştu. Oysa, Lucifer pek de aldırıyormuşa benzemiyordu hani. Gözlerini, damlaların hışmından nasibini alan kızıl toprağa dikmiş, öylece otururken aklını meşgul eden tek şey cebindeki mektuptu. Arada bir, gözlerini topraktan ayırmadan, elinde tuttuğu viski şişesini dudaklarına götürüyor, aldığı büyüklü küçüklü yudumlar yüzünün az da olsa buluşmasına neden oluyordu. Öylece otururken, yağmur sesinden başka bir şeyler kulağına çalındıysa da oralı olmadı. Daha doğrusu, düşüncelerinden kopup başını sesin geldiği yöne çeviremedi. Zaten, bu yağmurda kara göle gelmek isteyecek kimse olduğuna da inanmadığından, duyduğu sesin bir kuşa ait olduğunu düşünmekle yetindi. Ta ki, tanıdık bir ses kulaklarına çalınıncaya dek... İlk başta, duyduğu sesin kafasının içinde olduğunu sandı. Uzun zamandır duymadığı sesin sıcaklığıyla bakışlarını topraktan çevirip mermerin üzerinde oturan, ne zamandır görüşmüyor olduklarını dâhi hatırlamadığı kadının narin silüetine sabitledi. Hecate, değişmiş görünüyordu. Büyümüştü belki de. Ya da her ne olduysa, ona gerçekten yakıştığını rahatça söyleyebilirdi. Sırılsıklam olmuş bukleleri boynuna dolanmış, sorar bakışlarla Lucifer'i incelerken oldukça hoş görünüyordu. Viskininkin yarattığından farklı bir sıcaklıktı şimdi suratında hissettiği. Dudakları içten bir gülümsemeyle kıvrıldı. Kadının ne söylediğini idrâk etmesi bir kaç saniyesini aldığından, sessiz kaldığı süre boyunca kadının yüzünden viski şişesine kayan bakışlarını izledi. Tam olarak ne dediğini anladığı söylenemezdi, fakat ne düşündüğüyle ilgili bir şeyler sorduğunu hissediyordu. Elinde tuttuğu şişeyi kadına uzattı; "Ne düşündüğümü bilsem, sanırım çözüme ulaşabilirdim." Duraksadı, dudaklarında utangaç bir gülümseme okunuyordu şimdi. Söylediğinden değil, fakat aklına doluveren düşüncelerden utanmıştı. Uzun zamandır görüşmediği dostundan etkilenmesinin hoş olmadığına ikna etmeye çalıştı kendini. Bir kaç saniyenin ardından sitemli bir sesle devam etti; "Görüşmeyeli o kadar uzun zaman oldu ki, bir an halisülasyon gördüğümü düşündüm! Bu yağmurda benden başka göl kenarına gelecek deli olduğunu sanmıyordum ya, seni unutmuşum korkarım... Nerelerdesin sen?"
Kızın ipeksi sesi tekrar kulağına çalındığında, belirli belirsiz bir ürpertinin vücudunu ele geçirdiğini hissetti. Delilik, nasıl tanımlanabilirdi ki? Sahip olduğu güçlerin nedenlerini bilmeden, hatta öğrenmeye bile çalışmadan, ellerine aldıkları asalarla sadece düşünceleri, ya da kendilerinin seçmediği kimi etiketleri, ırkları, yüzünden birbirlerini öldüren yüzbinlercesi deli değildi de, bu kıskacın farkına varabilmiş onlar mıydı deli olan? Bardaktan boşalırcasına yağan yağmurun altında oturmak onları deli yapar mıydı gerçekten? Ya da, deliler sanıldıkları kadar mutlu, ya da aptal mıydılar? Aptalların mutlu olduğu su götürmez bir gerçekti, çünkü böyle bir dünyada yaşıyorsanız ya daima mutsuz olur, ya da aptal taklidi yaparsınız -ki yine yüzyıllar sonra bunun adı Pollyanna'cılık olacaktı. Delilik kavramı henüz insanların aklına pek fazla takılmamıştı. Yüzyıllar sonra Michel Foucault tarafından, enine boyuna kaleme alınacak bir konuydu oysa. Karşısında oturan kadının dudaklarından dökülen ikinci cümle ise, siteminde haksız olabileceğini farketmesine neden olmuştu. Lıcifer nerelerdeydi? Velayetinde olduğu Bayan Kismul'ün ölümünden sonra kendini toparlayamamıştı bir türlü. Kitaplarına ve hava Tanrıça'sına adadığı ritüellere kafa patlatmayı tercih etmiş, mümkün olan her fırsatta içmiş ve kimseyle görüşmemişti. Oturup biriyle muhabbet etmeyeli kaç ay olduğundan kendi bile emin olamıyordu. Canı sıkıldığında bitkilerle ya da yarasalarla konuşmayı tercih ettiğinden, bir arkadaşın yokluğunu hissetmediğini sanmıştı. Kadının uzattığı şişeyi bir çırpıda alıverdi. Deliler gibi istemişti yalnışlıkla da olsa eline dokunabilmeyi, fakat sonra kendine kızdı. Apaçık saçmalıyordu işte... İki dost, uzun zamandır görüşmeyen iki dost, saçma sapan bir tesadüfle karşı karşıya gelivermişlerdi. Bambaşka mânâlar aramaya, ya da yüklemeye gerek yoktu. Yine de, düşünceleri hislerinin önüne geçemediğinden yavaşça oturduğu yerden kalkıp kadının yanına geldi. Her ne kadar, attığı ikinci adımda aldığı karardan pişman olmuşsa da, geri dönmek için çok geç olduğundan mermerin diğer köşesine ilişti. "Haklısın... Gerçekten nerede olduğumu, ne yaptığımı ben de bilmiyorum son bir kaç aydır. Özür dilerim..." diyen sesindeki mahçupluk rahatça hissedilebiliyordu. Şişeden büyükçe bir yudum alıp, sıcacık viskinin dudaklarından midesine kadar izlediği yolu duyumsadı. Gülümsemeye çalışarak -ki bunu başarabildiğini sanıyordu- konuyu değiştirmeye çalıştı. "Eee, bu havada ne arıyorsun burada?"
Ona yaklaşma isteği her an biraz daha artıyor olmasına karşın, gözleri kadınınkilerle buluştuğunda sıcak, fakat rahatsız bakışlarıyla karşı karşıya geldi. Evet, düşüncelerinin söz geçiremediği aptalca hisleri ikna olmuştu kadına gereğinden fazla yakın durduğuna. Geriledi. Yüzünü ellerinin arasına alarak gözlerini ovuşturdu bir süre, yağmur o kadar hızlanmıştı ki, kirpiklerinden damlayan sular görmesini engelliyordu. Şişeden bir yudum daha aldı. Yaptığı aptalca hatadan dolayı buz gibi olmuş düşüncelerini yakıp geçen bir yudum... Özür dilemeyi, kalkıp gitmeyi düşündüyse de, kadının gözlerinde gördüğü şeyin kendi kuruntusu olma ihtimalini göz ardı edemedi. Ufak da olsa, tutunabileceği tek şeydi, bırakıp gidemeyeceği tek şey. Yarın gözünü açtığında kendinden nefret ediyor olması muhtemeldi. Yine de kalkıp gidemiyordu işte. Hayatını mahvedecek bir şeyi, belki de 15 senedir ilk kez kendisi yapmak istiyordu. Kadının ipeksi sesi tekrar kulaklarına çalındığında, düşüncelerini bir yana bırakıp söylediklerine odaklanmaya çalıştı. Ya sen? Belki zoraki, belki de içten bir soruydu bu. Ne yazık ki ayrıdını yapamayacak kadar karışıktı kafası. "Ben..." dedi şaşkın bir tonda. Gerçekten ne yaptığından pek de emin değildi çünkü. "Biraz düşünmek istedim. Bir de bahçeme bakmak..." Kadının gözlerine bakarak gülümsedi, şişeyi ona uzatıp ayağa kalktı ve demin oturuyor olduğu yerin bir kaç metre ötesindeki söğüt ağacının altına gitti. Özellikle yapmıştı bunu, yanında oturduğu sürece Hecate kendini rahat hissetmeyecekti çünkü. Orada, yetişmekte olan filizlerden bir tanesini işaret ederek; "Hedera Helix." dedi, "İngiliz sarmaşığı." Yağmur o kadar güçlüydü ki, sesini duyurmak için bağırmak zorundaydı. Esmeye başlayan rüzgârın etkisiyle kasılan bedeni durumuna pek de yardımcı olmuyordu. "Neden bilmem, küçükken İngiltere'den bahseden kitapları okuduğumda aklıma hep bu bitkilerle dolu bir ada gelirdi. Fakat senelerdir bir tanesine bile rastlamadım. Burada yetiştirmeyi başarabilirim umarım." Eğildi ve sarmaşıklarla ilgilenmeye koyuldu. Onu yalnız bırakmak yapabileceğinin en iyisiydi belki de. Canı acıyordu. 15 yıllık hayatı boyunca pek çok acıyı tecrübe ettiğini söyleyebilirdi, fakat bu hiçbirine benzemiyordu. Kendine karşı git gide büyüyen nefret dalgasına hâkim olamıyordu ki, bir zamanlar gerçekten sevebileceği tek şeyin kendisi olduğuna inanmıştı... Ona yardım edebilecek tek şeydi hava ama yardım isteyemeyecek kadar aşağılıkça davrandığına derinden inandığından sadece bekliyordu. Yağmurla iyice keyiflenen sarmaşıkların henüz fazlasıyla güçsüz olan yapraklarına sabitledi bakışlarını. Kadının yüzüne bakacak cesareti yoktu.
Hecate, sarmaşıklarla ilgilenir diye ummuştu. Hoş, ilgilenmemiş değildi fakat, Lucifer'in umduğu kadar ilgilenmemişti, yanına gelecek kadar. Kapıldığı bomboş ümit, kendine olan kızgınlığını biraz daha artırmıştı sadece. Kadının bir şeyler mırıldandığını duyar gibi oluyorsa da, yağmurun sesinden hiçbir şey ayırt edemiyordu. Kadının ona bakıp bakmadığını bilmiyordu, dizlerinin üzerine çöktüğünde. Buna daha ne kadar dayanabilirdi ki? Zaten katlanılması zor olan zavallı hayatını daha da zavallı duruma düşürmekten başka bir şey yapamıyordu. Kadın tekrar konuşmaya başladığında kalbinin duracağını sandı bir an için. Fakat bitkilerden bahsediyordu, hiçbir insanın sahip olamayacağı asaletlerinden... Haklıydı, kendini onlardan soyutlayarak, onlara zarar vererek sözde onlardan üstün olduğunu ispat etmeye çalışan zavallı homo-sapienslerin hepsi acınası durumdaydılar. Dudaklarından fırlayan kelimelere engel olamadı; "Ah, bir farkına varabilseler acizliklerinin!" Lucifer, kendini onlardan çok daha aciz hissetti bir an için. Hislerinden utandığı için kendine kızdı. Doğa ananın istediği şekilde, inandığı yaşamaktansa, diğerleri gibi hislerini bastırmaya çalışması en büyük acizlik değil de neydi? Bunun önüne geçebilecek kadar güçlü olmadığını farketmesi, kendinden daha da tiksinmesine neden oldu sadece. İnandığı şeyleri aslında uygulayamadığı gerçeğini, yenilgiyi kabul etmek hele de hissettiği onca duyguyla birleşince aşılamaz gibi görünüyordu. Hecate, sendeleyen adımlarla göle yaklaşırken oturduğu yerden sıçradı. Göle düşmesi en son istediği şey olurdu herhâlde. Hızlı adımlarla yanına vardığında, viskisini uzattığı için suçluluk duyuyordu. Yeni yeni kendini gösteren ayın mayhoş ışığında parlayan teni göz kamaştırıcıydı. Islak, tenine yapışmış giysileri biçimli hatlarını ortaya çıkarıyordu ve Lucifer, dikkatini başka yöne çekmek için normalden çok daha fazla çaba harcamak zorundaydı şimdi. Usulca yanına, toprağa çömeldi ve şişeyi elinden aldı. Biraz daha içmenin doğru mu, yanlış mı olacağından emin değildi fakat şişenin içindeki yakıcı sıvı çoktan dudaklarına dökülmüştü bile. Duraksadı. Bir şeyler söylemesi gerektiğini hissediyor, ancak kelimeleri toparlayamıyordu. Kızın, ayışığında parlayan gözlerine baktı. Senden hoşlanıyorum, gayet basit iki kelimeyi söylemek o kadar da zordu ki... Kendi ve doğadan başka hayatında kimse olamayacağına ikna olmuş bir adam için hele. Kimseyi, hiçkimseyi hayatına yaklaştırmamış, bunu aklının ucundan dâhi geçirmemişti. Tamamen talihsizlikler zincirinden oluşan zavallı hayatına kimi ortak etmek isterdi ki? Ama şimdi, mantığını bile hiçe sayabilecek kadar delicesine paylaşmak istiyordu hislerini, hem de dost olduklarına inanan bir kadınla. Nasıl bu kadar aniden gelişebilmişti peki? Bu soruların cevabını bulabileceğine inanmıyordu, hele de o kafayla. Bir sürü şey söylemek istiyordu, anlatmak, hislerinden, yaşadıklarından, hayatından ve kendinden bahsetmek. Özür dilemek... Ağzından dökülen kelimeleri pek de düşünmemişti aslında; "Imbolc için bir planın var mı peki?"
Imbolc bahsi açılınca gözleri heyecandan pırıl pırıl olan kadının bakışlarının an be an biraz daha düşünceli bir hâl alışını izledi. Hecate ona bakıyordu, belki de kafasında dolanan onca şeyin içinde, farkında olmadan yaptığı bir şeydi bu. Her şeye rağmen hoştu işte, iyiden iyiye soğumaya başlayan gecede, içini anlam veremediği bir sıcaklık dalgasıyla dolduracak kadar hoş. Düşüncelerini toparladığında bakışlarını biraz olsun kaçırışı canının yanmasına neden olduysa da, kadının heyecanla, art arda kurduğu cümlelere odaklanmaya çaba harcadığından çabuk atlattı. Boş sınıfta ritüel yapacağını söylüyordu, sepete ve muma ihtiyacı vardı. Başka ne yapabilirdi? Tütsüleri bitmek üzereydi, Lucifer'de fazla var mıydı? Onca sorudan kafasının bulandığını hissetti. Doğrusunu söylemek gerekirse, kafası özel işleriyle o kadar meşguldü ki, Tanrıça'nın yükseleceği günün bu kadar yaklaştığını, anca işine yarayacağı zaman hatırlayabilmişti. Bunun için kendine bir güzel kızmalıydı, ama sonra. Saatlerdir fazlasıyla suskun, kırgın görünen kadın olabildiğine heyecanlıydı şimdi. Gülümsüyordu. Gülümseyişi o kadar güzeldi ki, Lucifer, Venüs'ü gördüğüne yemin edebilirdi. Ayışığının bile onu kıskanabileceğini düşündü birden. Doğanın mükemmelliğinin en saf yansımasıydı karşısındaki... Ne incitmeye, ne de dokunmaya kıyabilirdi. Tek istediği, daima bu heyecanını ve mutluluğunu muhafaza edebilmesinden ibaretti. Lucifer, mumları, tütsüleri ve sepeti düşünmeye çalıştı. Kendi ritüel eşyalarını getirdiği gibi, Bayan Kismul'den miras kalan bir kaçını da getirmeyi akıl edebilmişti ancak, kafası o kadar dağınıktı ki içlerinde ne olduğunu tam olarak hatırlayamıyordu. Belki de ritüeli birlikte yapabilirlerdi, neden olmasın? Ama Hecate bunu kabul eder miydi? Ritüeli yalnız yapmak isteyebilirdi elbette. Tam bunu sormak için doğru kelimeleri bulmaya çalışırken kadının ağzından dökülen kelimeler karşısında şok oldu. "Evlenseler,Tanrı ve Tanrıçamız, gerçek ve sonsuza kadar sürecek kutsal bir aşk doğsa , ve herkes onları örnek alsa..." Duyduğu şeyin gerçek olup olmadığını anlamlandıramadığından şaşkın, soran bakışlarla kıza bakıyor. Ne diyeceğini, ne demesi gerektiğini kestiremiyordu. Doğru duymuş olamazdı herhalde. İçkinin etkisiyle saçma sapan şeyler kuruyordu kafasında ve bu da onlardan biriydi. Öyle olmalıydı... Dudaklarından tek bir kelime dökülmeden, öylece kızın sıcacık gülümseyişine bakıyordu. Ah, zamanı bir kaç saniyeliğine geri sarıp, duyduğu şeyin gerçekliğinden emin olabilse... Bakışları kıza sabitlenmiş, hafif aralık dudaklarından tek bir kelime dahi dökülemezken, bedeninin titrediğini duyumsuyordu. Üşümüyordu, hayır. Üşümek için fazla heyecanlı, fazla mutlu, fazla âşık, fazla sarhoş, fazla kuzeyliydi. Ona saatler gibi gelen saniyeler sonunda dudaklarından fırlayıveren kelimeleri, bilinçaltının ne kadar derininde kuruverdiğinden habersizdi. "Evet... Alsa(k)..." Sonundaki "k" sesini söyleyip söylemediğini kendi de bilmiyordu. Hâlâ, tamamen şok olmuş bir ifadeyle kadını süzüyor, ve gülümsemesine olabildiğince karşılık vermeye çalışıyordu fakat bedeninin kontrolünü sağlayabilecek durumda değildi.
Sanki bulunduğu yere mıhlanmışçasına, tek bir kelime daha edemeden öylece duruyordu. Vücudunun hiçbir kasına sahip çıkabilecek durumda değildi. Bir şeyler söyleyecekmiş gibi aralı dudaklarını kapatacak gücü bile yoktu. Hecate dudaklarına mı bakmıştı? Hayır, hayır. Bunlar kafasında kurduğu küçük oyunlardı. Bir kaç dakikadır nefes almadığı için beyninin oynadığı küçük oyunlar. Her an ölüme biraz daha yaklaşıyor olmak bile daha gerçekçi geliyordu Lucifer'e. Oysa nefes alıyordu... Kısa, yaşamını devam ettirmesini sağlayacak kadar... Kadının suratındaki gülümsemenin silinmeye başladığını, gözlerindeki parıltıların yerini endişe ve düşüncelere bıraktığını farketti. Suratındaki tüm kanın çekildiğini duyumsadı. Sanki, karşısındaki kadından bir şeyler eksiliyormuş gibi... Eğer buna yol açan demin yarı bilinçsizce kurduğu saçma cümleyse -ki başka bir şey olma ihtimâli yoktu- kendini affedebileceğini sanmıyordu. Dudakları, sanki bir şey söylemek istiyorcasına açılıp kapansa da ses çıkmıyordu. Oysa, oysa haykırmaktı tek istediği, seni seviyorumlardı. Onu kaybetmek üzere olduğu gerçeğini yavaş yavaş idrak etmeye başladığında -aslında belki de bu kafasında kurduğu bir yanılsamadan ibaretti, kadın ona karşı hiçbir şey hissetmiyordu- bir şeyler yapabilmek için gücünü toplaması gerektiğine karar verdi. Ne yapabilirdi ki? O anda, sanki birine itaat ediyormuş gibi, donuk bakışlarla kalktı oturduğu yerden. Kadına bakmıyordu, bakamıyordu aslında. Bakarsa, zar zor kendinde bulduğu gücü de kaybedecekmiş gibi geliyordu. Kendine gelmek için bir şoka, en azından fiziksel bir şoka ihtiyacı olduğundan bir çırpıda botlarını ve yağmurluğunu çıkarıp yavaş, tekinsiz adımlarla göle yaklaştı. Ayaklarında hissettiği soğuk, yarın hatta belki yalnızca bir kaç saat sonra bu yaptığından pişman olacağını söylüyordu ona. Ama direndi. Dizlerine kadar suya batmış, titreyen, ıslak bedeniyle kadına döndü. Sorar, hatta yalvarır bakışlarla kadının narin silüetini inceledi bir süre. Sonra, nasıl olduğunu anlamadan dökülüverdi kelimeler dudaklarından; "Senden hoşlanıyorum."
Cevabı bekleyecek durumda olmadığından, halsiz düşmüş bedenini gölün soğuk sularına bıraktı. Gücünün yettiği yere kadar yüzdü, biraz olsun rahatladığını hissettiğinde, bedeninin soğuktan ve stresten iflâs etmek üzere olduğunu farkettiğinden geri geldi. Kendini tam bir ahmak gibi hissediyordu, kadının yüzüne bakacak durumu da kalmamıştı hani. Suyun dizine kadar geldiği yerde, daha fazla dayanamayıp çömeldi. Kadının cevabını duymak istiyordu, ne olursa olsun. Çünkü, ümit en son kötülüktü, işkenceyi uzatan...
Zaman...Göreliliğinden o yıllarda pek de söz edilmeyen bambaşka bir boyut... Hiçbir ırkın, asla anlamaya, ya da ölçmeye gücünün yetmeyeceği kadar kudretli, yıkıcı, bir o kadar da yapıcı olabilen bir boyut... Oysa tüm ırklar kudretine boyun eğmektense, sanki ona hükmedebilirmiş gibi, sistematik parçalara ayırıyorlardı, saniye, dakika, saat, gün.. Evet, gezegenlerin hareketlerinden yararlanarak yaptıkları bu oyun ilk başta kulağa mantıklı gelebilirdi belki. Atladıkları şey ise, herkesin bu saniyeleri farklı uzunlukla algıladığıydı. Kimi için uçup gidivermiş son bir kaç saat, Lucifer'e yüzyıllar gibi gelmişti mesela. Orada, buz gibi suyun içinde, dizlerinin üzerine çökmüş, kafasını kaldırmaya bile cesareti yokken, her an büyüyen sessizlik kızın kalkıp gitmiş olabileceği gerçeğini vuruyordu yüzüne. En korktuğu şeyle, kendini hazırladığını sandığı şeyle yüz yüzeyken yapabildiği tek şey ayışığının gölün üzerinde oynaşmasını izlemekten ibaretti. Üzerlerine vuran ayışığıyla keyiflenen yakamozların yanıp sönen ışıklarını izlerken, aklınadan belki de milyonlarca kez aynı soru geçiyordu; ne yaptım ben? Saçma bir hayalin peşinden gidip, elinde olanı da kaçırmıştı. Göz ucuyla da olsa kadının bir zamanlar oturuyor olduğu tarafa bakmak istediyse de cesaret edemedi. Tek istediği yok olmaktı, ait olduğu elemente, havaya karışmak ve bir daha asla geri gelememek. İlk defâ hislerine bu kadar yenik düşmüştü. Acizliğinden tiksiniyor, onları çevreleyen havanın onu içine hapsetmesi için içten içe yalvarıyordu. Ne kalkıp yürüyecek, ne de yüzecek hâli kalmıştı oysa. Gözlerinde hissettiği sıcaklığın yağmur damlaları mı, gözyaşları mı olduğunu ayırt edebilecek durumda bile değildi. Sessizlik... Sonsuza kadar sürecekmiş gibi gelen, kapkaranlık bir sessizlik... Sonra ki, tüm sessizliği yaran aceleci ayak sesleri, kalbinin atışlarını tekrar hissetmesine neden olmuştu. O olduğunu bilmeye ihtiyacı vardı, fakat kaldırmadı kafasını. Ayak seslerini yanıbaşında duyana, yağmurluğu üzerine sarmaya çalışan sıcacık elleri hissedene dek umutlanmak istemedi. Hiçbir şey duyumsayamayacak kadar heyecanlıydı yanındakinin Hecate olduğunu anladığında. Yine de, yüzüne bakacak cesareti kendinde bulamıyordu işte. Hec, çenesinden tutup bakışlarını kendine çevirmeye çalışsa da diretti bir süre. Gözlerinde derin bir nefret, acıma ya da reddediliş görmekten delilercesine korkuyordu fakat, kızın ısrarına daha fazla karşı koyamadığında gözleri onunkilerle buluştu. Hayır, korktuğu ya da beklediği ifade değildi yüzündeki. Bir şeylere anlam çıkarmaktan yorgun düştüğünden, kadının biçimli dudaklarından, melodik sesi eşliğinde dökülen kelimeleri duyana kadar bir ölüden farksız bekledi. Kalbinin attığını ya da nefes alabildiğini sanmıyordu. Herhangi bir şey düşünebilmesi ise mucizeden farksızdı. Ben de senden hoşlanıyorum mu?! Duyduğu şeyin doğru olduğuna inanmaya ihtiyacı vardı. Doğru duyup duymadığından emin olmak için kadının gözlerine odaklandı. Dürüst, fakat biraz düşünceliydiler. Gülümsedi... Belki de hayatında hiç bu kadar içten gülümsememişti o ana dek. Bir daha üzülebileceğini sanmıyordu. Yavaşça doğrulup yağmurluğu omuzlarından çekti. Soğuktan titreyen kadını elinden tutup doğrulttu. Yaptığı ne kadar doğruydu, Hec bundan hoşnut muydu bilmiyordu ama, kadın kalktıktan sonra da elini bırakmadı. Yağmurluğu, kadının titreyen vücuduna sarıp; "Üşüyorsun..."dedi çatallı bir sesle. "Hadi gidelim buradan." | |
| | | Daniel R. Longrange
Gerçek İsim : Ahmet Mesaj Sayısı : 26 Kayıt tarihi : 08/02/10 Lakap : Dani
| Konu: Geri: Profesör Alımları ~ Perş. Şub. 11, 2010 6:00 pm | |
| Ad, Soyad:Daniel R. Longrange RolePlay Yaşı:21 İstediğiniz Ders:Biçim değiştirme Günde Kaç Saat Online?:3 Örnek RolePlay:
Daniel bir gün gezerken yolda profesör alımları adlı bir dükkan görmüş.İçeri girmiş ve arkadaşı Edward la birlikte başvurmuş.Daniel biçim değiştirme profesörü olmak istiyormuş.Hep alıştırmalar yapmış ve sonucunu beklemiş.Yine gitmiş sonuçların açıklanacağı gün kağıdına bakar bakmaz havalara uçmuş ve yanındaki arkadaşI Edward' sevinçle sarılmış ve kazandığını söylemiş ve kazanacağını biliyormuş.
| |
| | | George Crownie Hogwarts Müdürü
Gerçek İsim : umut. Mesaj Sayısı : 1989 Kayıt tarihi : 11/07/09 Yaş : 32 Lakap : geo.
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (100/100) Patronus: Mantikor
| Konu: Geri: Profesör Alımları ~ Perş. Şub. 11, 2010 8:30 pm | |
| Dionysos Demosthenes alındınız.
Daniel R. Longrange
RP'niz 1. Sınıf RP'lerinden bile aşağı derecede olduğu için kabul edilmediniz. | |
| | | Daniel R. Longrange
Gerçek İsim : Ahmet Mesaj Sayısı : 26 Kayıt tarihi : 08/02/10 Lakap : Dani
| Konu: Geri: Profesör Alımları ~ Cuma Şub. 12, 2010 12:21 am | |
| Ya ben uzun Rp yapmayı beceremiyorum yardım edermisiniz? | |
| | | George Crownie Hogwarts Müdürü
Gerçek İsim : umut. Mesaj Sayısı : 1989 Kayıt tarihi : 11/07/09 Yaş : 32 Lakap : geo.
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (100/100) Patronus: Mantikor
| Konu: Geri: Profesör Alımları ~ Cuma Şub. 12, 2010 12:37 am | |
| Roleplay derslerimizi bekleyiniz. Yakında yayınlanacaktır. Ve RP yapanları izleyerek nasıl kelimeler ve ne tür betimlemeler kullandığına dikkat ediniz. O kadar da zor birşey değil bu. | |
| | | Sonja De Matthew
Gerçek İsim : Pelin Mesaj Sayısı : 4 Kayıt tarihi : 18/02/10 Yaş : 28 Lakap : Son
| Konu: Geri: Profesör Alımları ~ Perş. Şub. 18, 2010 9:31 pm | |
| Ad, Soyad:Sonja De Matthew RolePlay Yaşı:23 İstediğiniz Ders:Sihir Tarihi Günde Kaç Saat Online?:En az 3 saat Örnek RolePlay:
Geçmişi hayatının önünden adeta bir film şeridi gibi geçiyordu. Hogwarts altıncı sınıftayken bekâretini kaybetmişti. Çok aşık olduğu çocuğa vermişti bekâretini, o an hiç pişman değildi belki. Şimdi ise hayatını adadığı kişi, birden kaybolmuştu. Belirsizcesine ve onu hamile bırakarak... Şimdi nerede olduğunu bile bilmediği bir çocuğu vardı Sonja'nın. İçini acıtan sadece çocuk hasreti değildi, sonuçta Paula'ya da annelik yapmıştı. Yine de kendi genlerini taşıyan bebeği, şimdi neredeydi kim bilir. Gözlerinden akmak için kendisine adeta yalvaran yaşlara karşı koymaya çalıştı. Aralarındaki bağın seksten öte olduğunu düşünüp, hayatının hatasını yapmıştı genç cadı. Bakire değildi artık, on dokuz yaşında olmasına rağmen. Şimdi, kendini sokağın ortasında vücutlarını satan fahişelerden farksız olarak düşünüyordu. En azından düşünmüştü bunu, üç yıl boyunca depresyon ve melankolik hâllerden kurtaramadı kendini. Hogwarts'ta profesör olmuştu artık genç cadı, kötü başlayan hayatını kurtarmaya çalışıyordu. Mutlu hissediyordu. Kardeşiyle aynı okulda bulunmak... Onu her dâim koruyabilecekti şimdi kötülüklerden ve başı sıkıştığında hep yanında olacaktı. İş başvurusunun kabul edildiğini öğrendiği anda usta olduğu nadir şeylerden birini yaptı; o çok değer verdiği, hatta isim bile koyduğu süpürgesiyle eve yöneldi. Müjdeyi Paula'ya vermek ve onun her dâim yanında olacağını bilmesi... Açık sarı ve dümdüz saçları havada dalgalanırken, eve gelmesi pek de uzun sürmedi.
Mounëll Sokağı, 13 Numara.
Asasını kapıya dikkâtlice doğrultup fısıldadı: 'Alohomora'. Mugglelar ile dolu bir sokakta oturmak onları ne kadar zorlasa da, bir muggle gibi davranmaya alışmışlardı sanki. Tahta kapı gıcırdayarak açılınca, koşarak içeri girdi. Paula mugglelarda aptal kutusu olarak nitelendirilen televizyonun başındaydı. Hızlıca odaya girdi ve kollarını açtı, Paula'nın birazdan sarılacağını hissediyordu. Genzini temizleyip, en sevecen sesiyle konuştu: "Pau, benim küçük prensesim! Karşında yeni profesörün duruyor!" Paula'nın pozitif bir şekilde cevap vereceğinden o kadar emindi ki... Bütün telepati yetkisinin iğrenç olduğunu anladı birden. Kaşlarını hiç bu kadar çatık görmemişti Paula'nın. Haşimle yerinden kalktı, sanki her şeyin kötü olacağını anlatmıştı birden bulutlar. Duyduğu şimşek sesiyle irkildi, yağmur son hız yağıyordu. En az şimşek kadar vurgulu bir sesle isyan etti Paula: "Bunu nasıl yaparsın abla, nasıl yaparsın!" Lacivert kalem ve deniz mavisi farla vurgulanmış gözleri sonuna kadar açıldı. Sarı saçlarının rengi değişti sanki, kardeşinden bunu duymak neşesini kaybettirdi. Hamile olduğunda bile bu kadar suçlu hissetmemişti kendini. Yutkundu, tek yapabildiği yüzündeki masum ve bir o kadar da saf gülümsemeyi git gide kaybetmek oldu. Kontrolünü kaybedip, Paula'nın en az bir bulut kadar beyaz yüzünde mor yaralar açmak istemiyordu. Basit bir nihiliste dönüşüp, hiç olmayacağı biri gibi olmaya kendini zorlamak... Düşüncesi bile tüylerini diken diken ederken, kardeşinde hiç görmediği memnuniyetsizlik ve egoizm kötü hissetmesine neden oldu. Kardeşinin bir canavara dönüştüğünü düşünmesi anlıktı, hak vermiyor da değildi aslında. Kendi ablası okulunda çalışmaya başlasa arkadaşlarının verecekleri aptalca tepkileri önce önemsemeyip, sonra kafaya takardı. Ne saçma ironi tepkisi veren insanları yanıltacak bir açıklamaya sahipti Sonja. 17 yaşındaki ergen sendromu. Hem de kız, acınası ve birlikte oldu kişiyi bahtsız bir bedeviden farksız kılmayacak bir dişi. Pürüzsüz ve hatları belirgin bir yüze, kusursuz bir vücuda sahipti Paula. Özendirici bir güzelliğe sahip olduğunu inkâr etmiyordu, hatta ilk doğduğunda ona olan yoğun ilgiyi kıskandığını inkâr ederse aptalın teki olurdu. Lâkin, Paula'nın aşklarına dair herhângi bir tüyo almak mümkün değildi. Hiçbir zaman istediği bir abla olamamıştı belki de. Yine de benliğini melankolik düşüncelerle doldurup, saçma düşünceler dolu zihnini biraz daha boğmamak için kötü bir abla olduğunu düşünmemeye çalıştı. Ebeveynleri gittiğinde, ona kol kanat geren hep kendi olmuştu. Fazla korumacı olsa da, hiçbir zaman için kötülüğünü istememişti Paula'nın. Haketmemişti bu tepkiyi, on dört yaşındayken, on iki yaşındaki kız kardeşine bakmıştı ve şimdi tek görebildiği şey nankörlüktü. Sinir bozucu nankörlük. Paula bir kez daha konuşmaya başladığında, Paula'ya hiç söylememeyi diledi. Ve Paula'nın bir daha hiç ama hiç konuşmamasını... "Arkadaşlarım torpilli olduğumu düşünecek ve ben rezil olacağım. Senin korumacı bakışların hep üstümde gezinirken, ne kadar rahat olmamı bekliyorsun benden!" Daha fazla tutamayacaktı kendini Sonja. Bugüne kadar hiç ailesiyle olmamasına rağmen, Paula'ya hep annelik etmişti. Bu tepkiyi haketmediğini biliyordu, gözünden yaşlar dökülmeye başladı. Yumruklarını sıktı ve şiddetlenmek için çırpınan hissiyatlarını bastırmaya çabalayarak, olabildiğice sakin konuştu: "Bak Paula, ben artık bir yetişkinim ve bana ne yapacağımı söyleyemezsin! Seni Yüce Merlin'e bağışlıyorum ve geldiğimde akıllanmış olmanı temenni ediyorum." Paula'nın yüz ifadesine bir kez olsun bile bakmadan kapıya yöneldi. Üzerinde bir şort ve muggle tuniği vardı. Komşularına bir cadı olduğunu belli etmemek için onlar gibi giyinmeyi benimsemişti artık. Acımasızca yüzleri tokatlayan yağmura inat montsuz dışarı çıkıyordu. Hiç önemsememişti, kardeşinden bu denli bir kazık yemek onu çok daha fazla ilgilendiriyordu. O kadar aciz hissetmişti ki kendini, güçsüz gibi görünmek istemedi. Kapı tokmağını çevirip, tam bir adım atmışken, Paula'nın dolu ama az öncekine göre daha sakin sesini işitti kulakları: "Şimdi de bırakıp gidiyor musun!" Bir kelimelik cevap gücü bile bulamadı kendinde. Hiç duymamış gibi yapıp, ikinci adımını da attı. Gözlerini kapadı ve etrafta muggle olmadığına emin olduğunda, cisimlenmek için hazırladı kendini. Tam havaya karışacakken, Paula bir kez daha ağzını açtı, kapıya koşuyordu: "Hey!" Önüne gelen bir tutam saçını geriye atarak, hiç konuşmadığı kadar nefret dolu bir sesle konuştu: "Evet, Paula! Gidiyorum lanet olsun!" Paula korkmuşa benziyordu, derin bir nefes alıp, ekledi: "Başka bir şey?" Paula içeri doğru koşmaya başladığında, havaya karıştı. İkisinin de özgürlüğe ihtiyacı vardı belki de. Belki Paula biraz kendi başının çaresine bakıp, değerini anlamalıydı Sonja'nın. Her ne kadar bu düşünce aklından binlerce kez geçse de yapamazdı bunu küçük kardeşine. Kinle dolsa da içi, hiçbir zaman ebeveynleri gibi terketmezdi onu. Edemezdi...
Londra, Knockturn Yolu.
Uzun zamandır ağzına içki sürmüyordu, en son içki içtiğinde Jason ondan yararlanmıştı. İlk defa bağımlı gibi hissetmişti. İçki içmezse eksik hissedecekti sanki, basit bir keş gibi. Ucube gibi. Kafasını dağıtmaya ve sarhoş olmaya gerçekten ihtiyacı vardı şimdi. Arkadaş çevresinin yarısından fazlası alkolikti. Methettikleri bir barın ismi çalındı aklına. 'Rollifhen' gibi bir şeylerdi. Knockturn yoluna cisimlendi korkusuzca, muggleların orada işi olmazdı. Midesinin bulandığını hissettiğinde, gerçekten ilk kez sarsıldığını anladı. Ruhsal olarak ilk kez... Barı arayacak gücü bulamadı kendinde, ismini yanlış hatırladığını düşündü bir an. Yine de rezil olma korkusuna kapılmadan sordu birine, daha fazla ne kadar kötü hissedebilirdi ki? "Rollifhen barı nerede?" Karşısındaki büyücü en başta bir süreliğine güldü, Sonja ise hiçbir tepki vermeden, sakince bekledi. Adamın sinir bozucu kahkahaları dindiğinde, iki sokak ileride olduğunu işitti. Kafasını öne nazikçe eğerek, ilerlemeye başladı. Mekânı farketmemek mümkün değildi. Tabelası bütün sokakta göze çarpan tek şeydi. Büyük, parlayan ve mor bir 'r' harfi vardı tabelada. İçeriden bütün sokağı özendiren viski kokuları, benliğini sarmış, burnunu ve gözünü köreltmiş ve kendini yeterince cezbetmişti. Jason'un peşinden koştuğu gibi koştu bara. İçeriden gelen cadı kahkahaları ve yoğun müzik ortamın karanlık olduğunu ısrarla vurgularken, hiç umursamıyordu. Kardeşini umursamadığı gibi... Ama tek fark, suçlu hissetmiyordu şimdi. Aksine her şey müthiş olacakmış gibi geldi ona. Siyah boyalı kapıyı ittirdiğinde, canlı bir ses veren zil istemeden zıplattı onu. Parkede topuklularının yankılanmasına izin verdiğinde, üzerine çevrilen bir-iki bakışa hiç aldırmadan, bara yöneldi. Bir bar taburesinde topuklu ayakkabıyla oturmak kadar zor bir şey bilmiyordu, yine de Merlin yanındaydı adeta. Gayet başarılı bir oturuşun ardından, bir saniye bile beklemeden donuk bir sesle siparişini verdi her tarafı dövme olan barmene. "Ateş viskisi." Bir güç kafasını sola çevirmesine neden oldu. O güç yanından hiç gitmesin istedi bir an, hayatında bir daha Jason kadar cezbedici bir erkek göremeyeceğini düşünüyordu. Bu düşünceyi yanıltan ve onun burada olmasını sağlayan her neyse, şükrediyordu şimdi. Yanındaki adam her ne kadar çekici gelse de, sıradan bir fahişe olmamak için konuşmadı. İçki içince, adamın oyuncağı olacağına emindi. Neler saçmalıyordu böyle! Derin bir nefes aldı ve barmen önüne viskisini koyana kadar sandalyede dengede durmaya çalıştı.
(Bu Rpg başka bir sitedeki üyeliğimdendir.) | |
| | | George Crownie Hogwarts Müdürü
Gerçek İsim : umut. Mesaj Sayısı : 1989 Kayıt tarihi : 11/07/09 Yaş : 32 Lakap : geo.
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (100/100) Patronus: Mantikor
| Konu: Geri: Profesör Alımları ~ Perş. Şub. 18, 2010 10:36 pm | |
| | |
| | | E. C. Olivia Myers
Gerçek İsim : Su- Mesaj Sayısı : 112 Kayıt tarihi : 20/02/10 Yaş : 29 Lakap : Elizh, Beth, Betty, Cath, Ryne, Ollie.
| Konu: Geri: Profesör Alımları ~ C.tesi Şub. 20, 2010 6:16 am | |
| Ad, Soyad: Isabella Elena Salvatore RolePlay Yaşı: 22 İstediğiniz Ders: Uçuş Dersi Günde Kaç Saat Online?: En Az 4 Saat. Haftasonları sürekli. Örnek RolePlay:
- Spoiler:
Lilith dayanması gerektiğinden daha fazla süredir kansızlığa dayanıyordu. Sevdiği adamı kurtarmak için haftalardır dünyanın her yerini köşe bucak arıyordu. Yılmıştı. Onu nasılda o klanın eline verebilmişti. Nasıl onlara güvenebilmişti. Fransa ona dar olmuştu. Her yeri arıyordu. Saat kuleleri üzerine yıkılıyor gibiydi. Vatikanda ise katedrallerden kaçmıştı. Küp küp taşlı ve sert zeminin üzerinde dikkatlice koşarken diğerleriyle bağlantıya ulaştı. Michael'ı arayan arkadaşları onu bulamamıştı. Koşarken tanıdık bir kan kokusu Lilith'i kendinden aldı. " Michael. " Tıslaması geceyi bir şimşek gibi yarıp geçirmişti. Diğerlerine buraya gelmelerini emretti. Diğerleri anında gelmişlerdi. Hızla kan kokusunu izledi Lilith. İlerledikçe kanın yoğunluğu artıyordu. Duvarlar ona dar gelmeye başlamıştı. Görüntü kayıyordu. Bir tişört buldu kenarda. Kan ve Michael'ın kokusu sinmişti. Lilith bütün hızıyla kanı takip etti. Michael'ın ölü bedenini görünce Lilith gözlerine inanamadı. Bedenindeki bütün kan sömürülmüştü. Bembeyaz duruyordu. Teni tanımadık bir şekilde beyazdı. " Hayır " Çığlığı herkesi korkuttu. Michael'ın başını ellerinin arasına aldı. Hızla boynunu ısırdı. Zehiri akıyordu. Bekledi. En ufak bir tepki yoktu. ~ 3 Hafta'yı Geride Bıraktıktan Sonra~ Michael'ın bedenine sarılmış onu taşıdıkları evde öylece yatıyordu. Artık hiç umut kalmamıştı. Ama Lilith kabullenmek istemiyordu. Yumuşak ama kan kokulu yatakta öyle kıvrılıyordu. Gözünü bir an kırpmıyor , yanından ayrılmıyordu. Clémence , Zeus klanının en kuvvetli vampiri içeri girdi. Michael'ı kontrol etti. Gözlerindeki umutsuzluk Lilith'i bir an şoka soktu. " Artık birşey yapamayız yavrum. O sonsuz huzura kavuştu. " Lilith'in bağrını yırtan sözler gözlerini Michael'a çevirdi. " Sonsuz huzurmu? Lanet olsun bizde sonsuz bir haltın içindeyiz. Ama huzur nerede? " Lilith Michael'ın bedenine sarıldı ve onu sarstı. Geri dönmeliydi. Gözlerini açmalı ve o mavi ışıltıyla Lilith'i yaşatmalıydı. Lilith ağlayamıyordu. Lanet olası gözlerinden yaşlar süzülmüyordu. Klanındaki birçok vampir Lilith'i zapt etmekte zorluk çekiyordu. Lilith bağırıyor ve Michael'a ulaşmak istiyordu. Lilith'in erkek kardeşi Adonis onu sımsıkı tuttu. Michael'ın cansız bedeni kapıdan çıkarken Lilith arkasından bağırıyordu. Kendini yırtıyordu. Michael'ın ölü oluşuna inanmak istemiyordu. Sonunda kendini bıraktı. Hızla çatı katındaki odasına çıktı ve kapıyı kapatıp duvarın kenarına büzüştü. Sonsuz bir karanlık onu bekliyordu. Hiçbir ışık barındırmayan sonsuz karanlık.
[ Bir Vampir Kurgusundaki Rp'mdir. Kanıtlanabilir.] | |
| | | George Crownie Hogwarts Müdürü
Gerçek İsim : umut. Mesaj Sayısı : 1989 Kayıt tarihi : 11/07/09 Yaş : 32 Lakap : geo.
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (100/100) Patronus: Mantikor
| Konu: Geri: Profesör Alımları ~ C.tesi Şub. 20, 2010 6:22 am | |
| | |
| | | Mary L. Caylor
Gerçek İsim : Aysu. Mesaj Sayısı : 3 Kayıt tarihi : 14/08/10
| Konu: Geri: Profesör Alımları ~ Salı Ağus. 31, 2010 9:27 pm | |
| Ad, Soyad: Mary L. Caylor RolePlay Yaşı: 20 İstediğiniz Ders: iksir eğer iksir doluysa lütfen uçuş dersi Günde Kaç Saat Online?: 3 Saat Rp: Mary hızla tavan arasına kendisini kapattı. 70 yıl önce kasabada olanlar -yani büyüklerinin anlattığı efsane- kendisini tekrar ediyordu. Kasabasında daha önce olduğu gibi yine, yazın tam ortasında güneşsiz bir gün yaşanıyordu. Her yer karlı ve buzluydu.16 yaşındaydı. Vampirler tarafından. Mary 1992'de böyle bir şeyin olacağını sanmazdı, hem vampirler cici bici, seksi ve cazibeli değillermiydi? Gördüklerinin iğrenç pasaklı dişleri, kana bulanan resmi kıyafetleri ve ucube gözleri vardı. Dillerini unutmamak gerek, bir kerede çizgi film karakterleri gibi bütün yüzlerini yalayabilecek uzunlukta dilleri vardı. Mary elindeki baltayı sımsıkı kavradı. Tavan arasındaki camdan dışarıyı gözetliyordu ve yaşayan birilerinin -eğer hala varsa- onu bulmasını bekliyordu. O sırada telsizinin ötüşünü duydu. Eline aldı ve sesini biraz kıstı. “Çağrımı alan biri varmı?Ben Jack, orada kimse varmı?” Jack, kasabanın en yakışıklı gençlerinden biriydi. İtalya'da yüksek lisans yapıp kasabasına geri dönmüştü ve Şerif Edmundo'nun kızı Isabelle ile sevgili olmuştu. Herkes gelecek yaz evlenmelerini bekliyor ve umut ediyordu. Mary hariç. Jane Samuel Reese'e deliler gibi aşıktı ve Isabelle ile yanyana olmalarına bile dayanamıyordu. Isabelle Delilah, 17 yaşında sağlam bir fıstıktı. Upuzun karamel rengi saçları, yemyeşil gözleri ve buğday gibi teni vardı. Jack ise çenesine gelen siyah saçlara, bembeyaz lekesiz bir tene, derin kahverengi gözlere ve yumuşak bir ispanyol aksanına sahipti. Mary hayallerinden sıyrıldı ve telsize döndü. 'Ben-im. Ben varım!' Söylediğinin salakça olduğunun farkındaydı. 23 yaşındaki Jack, 16 yaşındaki ufak Mary'in sesini nereden tanıyacaktı ki? 'Adınızı söylermisiniz?' 'Benim Jack, Mary Caylor.' Bir süre sessizlik oldu. Sonrasında Jack'in sesi tekrar duyuldu. "Mary. Şimdi bana nerede olduğunu, yaralı olup olmadığını, bulunduğun yerin güvenliğini ve kaç kişi olduğunu söyle!' Mary etrafındaki kan damlalarına baktı ve ağlamamaya çalıştı. Tabii bu zordu, canından değerli abisi daha 20 dakika önce ayakları dibinde öldürülmüştü. Sömürülerek ve parçalanarak. 'Evimdeyim, çatı katında saklanıyorum. Yaralı değilim, iyiyim yani soğuk dışında. Burası güvenli sayılmaz, yanımda kimse yok." Ve Mary hıçkırarak ağlamaya başladı. "Mary, Mary beni dinle. 10 dakika içinde bulabildiğin ve taşıyabildiğin bütün silahları, mermileri, tıbbi malzemeleri ve yiyecekleri al. 10 dakika sonra evinizin alt tarafındaki sığınaktan içeri girerim. Seninle beraber Karakola gideceğiz, yaşayan herkes burada. Sakin ol ve silahları, mermileri, tibbi malzemeleri ve yiyecekleri al. Anladın mı?' 'Evet. Evet anladım.' Ve telsiz hızla kapandı. Jane baltasını tuttu ve gizli çatı katı merdivenini indirip evin içine daldı. Heryeri kontrol etti, sakin ve ıssızdı. Kamp çantasını kaptı ve içini boşaltıp buzdolabına koştu. Pişirilmesi gerekmeyen bütün yiyecekleri ve içecekleri alıp çantaya koydu. Ardından babasının av odasına inip baltaları, silahları ve mermileri koydu sığabildiğince. Bunları ellemek bile korkunçtu onun için. Sonrasında maun dolaptaki tıbbi ilaçları bir monta sardı kırılmamaları için ve çantaya yerleştirdi. Üzerini değiştirdi sıkı sıkı giyinmek için. Kar botlarını ayağına geçirdi ve sarı saçlarını sıkı sıkı topladı rüzgarla önüne geçmemeleri için. Babasının kar eldivenlerini giyip işine yarayabilecekleri kontrol etmesine kalmadan bir tıkırtı duyuldu sığınaktan. Mary, Samuel olup olmayışından emin değildi. Baltasını sımsıkı tuttu eğer bir vampirse kafasını ortadan ikiye ayıracaktı. Bunu bu gece 3 kez yapmıştı. Birinde komşusu küçük Paggy'i öldürmüştü, vampir olan Paggy'i. Bir gölge gördü, baltayı tam kaldırdı ki Samuel'in karla kaplı montlara sarınmış bedenini görünce indirdi. Jack derin bir nefes aldı konuşmadan, Jane ise neredeyse ağlamak üzereydi. Hızla Jack'e sarıldı. Samuel destek vererek sardı onu. "Mary hadi gitmeliyiz. Buraya gelirken bir tanesi beni gördü. Hadi hemen gitmeliyiz.' Mary'i geri çekti ve sırtındaki çantayı kaptı. Ön kapıdan çıkarlarken etrafı kontrol ettiler. Jack onun elini tuttu, bunu sadece koşarken kendisine yetişmesi yada farkedilmeden kaçırılmaması için yapmıştı belli ama Mary heyecanlandı. Binaların arasından geçerlerken Jack son hızla koşuyordu. Jane'in ayağına birşey çarptı ve yere yuvarlandı. Mary çarpan şeye baktığında sınıf arkadaşı Mark'ı gördü. Yani ölü bedenini. Ve çığlık atmamak için ağzını kapattı. Samuel tökezlemişti, hızla Mary'i tuttu ve kaldırdı. Mary'in dizi yaralanmıştı. Kalktı ve yere düştü inleyerek. "Jack sen git. Ben iyi olduğumda, öldürülmemiş olursam gelirim. Burada açık yem olmamalısın.' Mary hatırladı, o küçükken Jack'le hep oynar ve vakit geçirirlerdi. Bütün kasaba çocukları gibi. Jack, Mary'i bir hamlede kaldırdı ve kucağında sarmaladı. Hafif olduğunu belirterek güldü ve koşmaya başladı. Karakol 20 metre ileride önlerine çıkmıştı. Jackl yorulsada hızlandı ve karakola daldı. Onları görenler hızla ayağa kalktılar. 'Isabelle, Mary yolda bir cesede takılıp düştü. Yaralandı, sen onunla ilgilen. Christopher, sen yiyecekleri kuru buzların arasına kaldır.' Samuel silahları kontrol ederken Isabelle Jane'in bacağındaki yarığı temizlemeye çalışıyordu. Jane ise dişlerini kıracak kadar sıkıyordu. Ağlamak üzereydi ve dayanamıyordu. O sırada Jack,Mary'in başına oturdu. "Mary, Isabelle bacağındaki büyük tahtayı çıkarırken sadece bana odaklan. Tamam mı? “Canın acırsa istediğin kadar kolumu sıkabilirsin. Sadece bana odaklan ama tamam mı?" Mary koşulsuz şartsız kabul etti ve başını Samuel'in göğsüne, daha doğrusu kabarık montuna yasladı ve içeri gömüldü. O sırada bacağında dayanılmaz bir acı hissetti ve boğuk bir sesle bağırdı. Aynı zamanda Samuel'in kollarını sıktı tepkisel olarak. Isabelle onun bacağını temizleyip dikerken Mary ağlıyordu. Güçlü olamadığını farketti. Ailesi onun gücüydü ve gücü artık yoktu. Bir süre sonra Jack'in kollarında uyuyakaldı. | |
| | | | Profesör Alımları ~ | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|