O gün, oraya gittiğimizde neler olacağını bilmiyordum. Bilmek de istemiyordum. Büyücülük Dünyası'nın en tehna yerlerinden birinde, babamın beni çekiştirmesiyle beraber sürükleniyordum. Ayağımdaki eski ayakkabılar yola sürtünüyor, üzerimdeki ince giysiden içeri giren kış rüzgarları, göğsümü okşuyordu. İnsanlar bize bakıyorlardı. Kimisi acıyarak, kimisiyse umursamazca... Babam elimi daha bir sıkıyordu her saniye, gümüş yüzüğünün iğneye benzeyen simgesi avcuma batıyordu. Yakında kanayacaktı, biliyordum.
*
Birkaç dakika kadar sonra, mahzene benzeyen bir yere vardık. Babam elimi bıraktı ve ben de kana baktım. O zamanlar daha küçüktüm, ama ağlamamam gerektiğini de birçok kişiden çok daha iyi biliyordum. Babamın tek bir hareketiyle olduğum yerde kaldım, daha ilerisi benim için tehlikeli, en azından gereksizdi. Babam gereğinden fazla bilmek kötüdür derdi her zaman, sonradan ben de öyle olduğunu öğrendim. Ama artık çok geçti. Babam yavaş adımlarla içeri girdi, kapı kapandı. Bense içimi kemiren merak duygumla olduğum yerde kaldım.
Dakikalar geçti... Beş, sekiz, on, on üç, on altı... Ama babam dönmedi. Her zaman dönerdi oysa ki. Buraya birçok kereler gelmiştik, ancak her seferinde dakik bir şekilde, on dördüncü dakikada dışarı çıkar, beni de alır ve yeniden yola çıkardı. Bu sefer daha rahat olurdu, cisimlenerek Diagon Yolu'na gittikten sonra bir dilim çikolatalı pasta ile kendimize ziyafet çekerdik. Hayır, fakir değildik. Hatta bir hayli zengindik. Ama nedense ayda bir o iğrenç sokağa girmek zorundaydık.
Ama dedim ya, bu sefer dışarı çıkmadı. İçeriden ses gelmiyordu, zaten hiçbir zaman da gelmezdi. Belki bir sorun çıkmıştı. Ama hayır, içimdeki his başka bir şey olduğunu bas bas bağırıyordu. Yere çöktüm ve gözlerimi kapattım. Babama bir şey olma ihtimali beni mahvediyordu. Annem beni doğururken ölmüştü ve elimde kalan tek şey de babamdı. Ona bir şey olmamalıydı, olamazdı. O kahraman baba figürü asla ölmemeliydi. Soğuk bir esintiyle nefesimin tıkandığını hissettim. Babama bir şey olmuştu ve ben bundan emindim.
*
Orada kaç saat oturdum bilmiyorum. Onuncu dakikada titremeye, on yedide ağlamaya, yirmi dörtte bağırmaya başladım. Gerçekten kötüydü. Kanımdaki sihrin kilometrelerce büyüklükteki bir alanı yakabileceğini hissediyordum. Zaten ondan sonra da zaman kavramını yitirdim. Bayılmış olmalıyım, uyandığımda ay göğe yükselmiş bana bakıyordu. Altımdaki zemin değişmişti, çimenlik bir alandaydık. Önümde bir karaltı vardı. Bir ceset. Babamın cesedi. Soğuk. Ölü. Mavi gözleri artık parlamıyordu. İşte her şey o gün başladı ve bitti.
O gün on dört yaşındaydım. Şimdiyse yirmi dört. Hala aynı evde yaşıyorum, hala aynı mobilyalar. Aynı resimler. Aynı kitaplar. Her şey aynı. Ama ben çok değiştim. Sol kolumdaki Karanlık İşaret'i taşıyorum artık. Asasız büyü yapıyorum. İnsanları öldürüyorum. Onlara işkence ediyorum. Babamın intikamını alıyorum, en azından kendimi rahatlatıyorum. Bir sevgilim var, adı Sheridan. Ama ben ona Sherry diyorum. O da benim gibi düşünüyor, ama benim gibi değil. Masum. İnsan öldürmüyor. Kolunda bir damgayla dolaşmıyor. Çok zeki biri.
Belli bir rutinim yok. Belli bir kazancım yok. Her şey bittiğinde, ki benim için her gün her şey bitip yeniden başlıyor, elimde kalacakları ve kalmayacakları biliyorum. Güçlünün kim olduğunu biliyorum. Ne istediğimi biliyorum. Ben buyum.