Leolina Lanes Esrar Dairesi Başkanı
Gerçek İsim : esra. Mesaj Sayısı : 8 Kayıt tarihi : 20/08/11 Yaş : 29 Lakap : kaçık, manyak vs. vs.
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (98/100) Patronus:
| Konu: Leolina Lanes C.tesi Ağus. 20, 2011 6:48 am | |
| 12 ARALIK 1975 MALFOY MALİKANESİ ---------------------- "Amaltheia."
Başını arkaya çevirip uzun boylu, yakışıklı büyücünün şeytani, davetkar bir tebessümle kıvrılmış dudaklarından dökülen ismini duyunca, telaşla bakışlarını indirdiği gümüş tepsinin saplarını daha da sıkı tutmaya çalıştı genç kadın. Parmak uçları uyguladığı gücün etkisiyle beyazlarken, parmaklarının titremesini zar zor bastırabilmişti. Pahalı, siyah mermerde yankılanan güçlü ayak seslerinden büyücünün ona doğru geldiğini anlayabiliyordu. Genç adamın etrafına yaydığı küçültücü ve tuhaf bir şekilde karşı konulamaz enerji güçlenirken göğsünün inip kalkışını kontrol altına almaya çalıştı ancak hassas, uzun parmaklar omzunu süpürdüğünde direnmeyeceğini biliyordu. Boğazını yakan arzuyu yutmaya, siyah dantelli elbisesinin içine süzülen ele karşı koymaya çalışabilirdi ancak sarışın büyücü, içtenlikten uzak, ezici ve büyüleyici kahkahasıyla gülerdi ona sadece. Gösterişli, karanlık malikanenin içine bir kez girdiniz mi, kavramanız gereken basit bir gerçek vardı: Teklifi yapan bir Malfoy’sa, reddetmek bir seçenek değildi. Kendini hayır diyebileceğine inandırabilirdi genç cadı ama sonuçta, gerçeğin böyle olmadığını tekrar keşfetmesi gerekecekti. Bu yoldan inkarın ona bir şey kazandırmayacağını anlayacak kadar çok geçmişti.
Çevresindekiler ne düşünürse düşünsün, aptal bir cadı değildi Amaltheia. Dadıyla evin babasının yaşadığı yasak ilişkinin ne kadar büyük bir klişe olduğunun ve dışarıdan bakıldığında nasıl görüleceğinin, Malfoy çocukları büyüdüğünde muhtemelen bir iş bulamayacağının ya da daha büyük bir ihtimalle, iki kızın büyüdüğünü göremeden önce kovulacağının farkındaydı. İnsanlar, onun Aurelius Malfoy’u ayartmaya çalıştığını, pahalı birkaç hediye peşinde koştuğunu ya da belki de gelecekteki Bayan Malfoy olmak için oynadığını düşünüyor olmalıydı. Merlin, kendi annesi bile öyle düşünüyordu. Kadın ona, 'o iblisin dölü'nden uzak durmasını söylediğinde, işverenininkini hatırlatan bir kahkaha patlatmıştı Amaltheia. İronik. Kendisini Malfoy’u baştan çıkartmaya çalışırken düşünemiyordu bile. Hayır, ne olduğunun farkındaydı. Aurelius Malfoy için sadece bir oyuncak olduğunu, genç büyücünün çok zaman geçmeden ondan sıkılacağını hatta zaten bıkmaya başladığını biliyordu. Yakışıklı adam, ona gittikçe daha az uğrar olmuştu ve maalesef cadı, teninde dolaşan dokunuşa çok uzun bir süre önce bağlanmıştı. Annesinin anlamadığı şey buydu işte. Onu şahsen tanımıyorsanız adamı ahlaksızla suçlayabilir, şeytanın dünyadaki yansıması olduğunu iddia edebilirdiniz. Ancak genç büyücünün mavi, yeşil ve griye aynı uzaklıktaki gözlerine bakıp da sizi her daim yasak bir şeylere çağıran gülümsemesiyle tanıştınız mı, Helga Hufflepuff bile olsanız pek bir şey fark etmezdi.
Malfoy varisi bütün kadınlar üzerinde etki sahibi olsa da, genç cadı rahatça söyleyebilirdi ki adamı birkaç haftadan uzun süre etkileyebilen tek bir kadın tanımıştı şimdiye kadar: Valentina Malfoy. Kendisinden önce başka hizmetçilerin de benzer maceraları olduğunu biliyordu Amaltheia, evin hanımı da biliyor olmalıydı ancak açıkça bunları önemsemiyordu. Malfoy gelininin boş yere üzülmeyerek doğru bir şey yaptığını düşünmüştü o hep; büyücü kendisininki gibi basit ruhlardan, körpe ancak sıradan bedenlerden kısa sürede hevesini alıyordu. Oysa Valentina Malfoy’un sarı saçlarının gümüşi ışıltısı, zümrüt yeşili gözlerindeki zeka kıvılcımları, tavırlarındaki tatlı, soylu ama ulaşılmaz hava, Aurelius Malfoy’un güzel eşine olan ilgisini her daim canlı tutmuştu. Valentina Malfoy’dan beş altı yıl daha genç olduğunu tahmin ediyordu cadı, ancak birkaç yılın sonunda beş yıl yaşlı olanın kendisiymiş gibi görüneceğini de kestirebiliyordu. Amaltheia, kaslı kollarının arasında olduğu adama hayran olduğu kadar, Malfoy malikanesinin güzel hanımına da hayrandı aslında. Eğitimi hariç bir niteliği olmayan –safkan ama soyluluktan ve zenginlikten alabildiğine uzak, kökleri çok taze bir aile, iş dünyasında sıfır çevre, liderlik yeteneğinde büyük bir eksiklik vesaire - genç dadıyı bile ezebilecek kadar kültürlüydü kadın. Malikanedeki işleri küçücük bir çabayla kontrol edebilecek kadar zeki, misafirleri olan en huysuz ihtiyarlara kendini sevdirebilecek kadar tatlı, en yaramaz çocukların saygısını kazanacak kadar da soğuk… Bir de, Ameltheia daha önceki tecrübelerine bakarak söyleyebilirdi ki safkan, aristokratik, çoğu zaman önceden planlı evliliklerle kurulan aile yapısının görebileceği en mükemmel anneydi Malfoy gelini. Valentina Malfoy, yedi yaşındaki Anna’ya ayıracak zamanı hep buluyordu ve Amaltheia, kızın yetiştirilmesinden ziyade bir dadı tutmak moda olduğu için malikanede olduğuna bahse girebilirdi. Şimdi, mavi gözlü kıza bir kardeş daha doğurmuştu kadın.
Birkaç oda ileriden, söz konusu kardeşin, Malfoy ailesinin en yeni üyesinin ağlamasını duydu o sırada genç dadı. Aurelius Malfoy, elinden oyuncağı alınmış bir çocuk edasıyla "Lanet olsun." diye mırıldanıp uzaklaşırken, küfür mü yoksa şükür mü etmesi gerektiğine karar verememişti Amaltheia. Birkaç saniye önce vücudunda dolaşan dokunuşu unutmaya ve tepsideki bebek mamasının hala dökülmemiş oluşunu bir mucize kabul etmeye karar verdi. Titrek bir nefes alıp, kısa elbisesinin eteklerini çekiştirdikten sonra yeni doğmuş bebeğin odasına doğru ilerledi. Küçük, sarı bukleleri ve yeni açılmış renkli gözleriyle bakılmaya son derece değer bir canlı olsa da en küçük Malfoy’a yönelmedi bakışları. Kan kırmızısı kadife perdelerin çerçevelediği manzaraya hiç geçmeyen birkaç saniye boyunca takılıp kaldılar. Ameltheia neyin olduğunu söyleyemezdi ama bir şeyler yanlıştı. Kendisine saçmaladığını söyleyip arka planda ağlamasını duyduğu bebekle ilgilenmesine kalmadan, gece, ani, parlak bir ışıkla aydınlandı. Yoğun sessizliğin ardından, bir anda gelen ses gök gürültüsüne benziyordu ancak genç dadı, basit bir doğa olayından çok daha meşum bir şeyle karşı karşıya olduğunu biliyordu. Karanlık, yoğun bir sisten çıkan siluetler Malfoy malikanesine yaklaşırken genç cadı neler olduğunu hala çözebilmiş değildi ancak içgüdüleri ona tek bir şey haykırıyordu. Kaç.
Telaşlı adımlarını kapıya doğru atmadı cadı. Beyaz cübbelilerin yaklaştığı pencereye yönelip, açık yeşil atlas çarşafların içinde ağlayan bebeği kucakladı. Sarı, henüz cılız buklelere doğru yatıştırıcı şeyler fısıldarken, malikanenin azametli kapısını patlatarak giren beyaz gölgeleri izliyordu pencereden. O mesafeden bırakın gözleri, büyücülerin yüzlerini görememesine rağmen, arkada kalmış bir beyazlıyla bakışlarının kesiştiğinden emindi. Yutkunurken, kanını dondurmuş dehşete rağmen, birkaç adım uzaklaşabildi pencereden. Büyük bir patlamanın ardından, camlar ve kiraz ağacı pervazın parçaları havada uçuşurken korkmak ve tiz bir çığlık attıktan sonra ağlamayı bırakmış küçük kızı korumak istercesine göğsüne bastırmak haricinde bir şey yapabilseydi, bu başarısı için şükrederdi. Gözlerini açmaya cesaret edebildiğinde, beyaz cübbeli saldırgan, karşısında duruyordu. Amaltheia, bakışlarını burnunun birkaç santim uzağındaki asanın ucuna sabitledi. Müstakbel katilinin, bir maskenin ardında gizli gözlerini göremiyordu ancak bakışlarının siyah saçları, zeytin rengi teni ve böcekleri andıran koyu renk gözlerinde gezdiğini hissetti. Yavaşça birkaç santim aşağı inmiş asa, kollarında bir ölü gibi kıpırtısızca yatan bebeğin cılız buklelerini gösteriyordu şimdi. Hayır. Neler olduğunu anladığı anda, korkusunu bir anda unutup kesik, bir cümle oluşturamayan kelimelerle yalvarmaya başladı kimliği meçhul kişiye. "Lütfen, yalvarırım, o bir bebek, sadece bir bebek, hiçbir suçu yok, günahsız o, lütfen. Onu bırak. Beni al, yeter ki-" Şimdi bütün bir ömür uzağındaymış gibi gelen birkaç dakika öncesinin aksine bu sefer arzudan değil, dehşetten titreyerek dizlerinin üzerine yıkıldı Amaltheia. Kesik, çaresiz fısıltılarla sürdürdüğü yalvarışı, maskenin arkasından gelen soğuk, delice bir kahkahayla kesildi.
"Günahsız, ha? En fazla El Diablo kadar! Küçük şıllık büyüyünce rahibe falan mı olacak sanıyorsun? Hayır. Hayır, aile işini devralacak. Masummuş! Benim çocuklarım masumdu! Bu küçük fahişe masum, ha? Bir Malfoy olmamanın yaşaman için yeterli bir sebep olduğunu mu sanıyorsun, cadı? Pazarlık mı yapacaksın benimle? Asla. Duydun mu? Asla. O canavarın çocuğunun yaşamasına asla izin vermeyeceğim, anlıyor musun?"
İçinden bildiği bütün duaları okurken, birkaç damla yaşın hafifçe süzüldüğü gözlerini sıkıca yumdu Amaltheia. Önce kız, sonra da kendisi ölecekti. Titreyen dudaklarını kızın karamel kokan başına bastırdı hafifçe. "Çocukların masum değil, aptaldı Alonso. Küçük velet ben avada kadavra yaparken asamla oynamaya çalıştı, inanabiliyor musun? Büyük olansa beni öldüreceğine yemin ediyordu. Tutamayacağınız sözler vermek kanınızda var galiba. De tal palo, tal astilla, ha?" Beklemediği o anda, alaycı, tanıdık, güçlü erkek sesini duyunca şaşkınlıkla gözlerini açtı genç cadı. Beyaz cübbeli, İspanyol aksanlı adam, yanlarında beliren öbür büyücü karşısında en az Ameltheia’nın kendisi kadar şaşkın görünüyordu. Yanağındaki hala kanayan kesik sayılmazsa, sakinliği, küçümser tavrı ve alaycılığıyla sarışın büyücü, her zamanki gibiydi. Aurelius Malfoy, söylediklerini derinlemesine düşünmesi ya da asasını küçük kızdan ona doğru çevirebilmesi için vakit tanımadı kimliği belirsiz adama. Sessiz bir büyü sonucu parlayan yeşil bir ışığın ardından, beyaz cübbeli adam, Malfoy Malikanesi’nin siyah zemininde cansız yatıyordu. Bebek kucağında hafifçe kımıldanırken hıçkırdı genç kadın. İstemsizce etkilemek istediği adamın karşısında böyle dağılmış olmaktan utanıyordu. Kendisini toplamaya çalıştı Amaltheia. Malfoy varisinin, ona kendisini iyice küçük hissettiren bakışı önünde ayağa kalktığında hala hafifçe titriyordu. Aurelius, zayıflığı hakkında laf dokundurmakla bile uğraşmadan, genç dadının daha önce hiç görmediği ciddi bir ifadeyle henüz birkaç aylık kıza yaklaştı.
"Amaltheia, götür onu buradan." Sarışın büyücünün bakışları düşünceli, sesi sakin ve kararlıydı ancak vurgularında, her zamankinden daha korkutucu bir şey olduğunu düşündü Amaltheia. Köşeye sıkışmış bir kurda ait bir şeyler… Korkusuna rağmen itiraz etmeye çalıştı genç cadı, ancak alaycılıktan uzak, yalnızca soğuk bir şekilde susturdu onu adam. Genç kadına her şeyin yoluna gireceği yalanını söylemeye, Anna’nın onu saklandıkları yerde güvende olduğunu açıklamaya, neden malikanedeki savaşı bırakıp da kaçamayacağını anlatmaya zahmet etmedi. Genç kız, her zamankinin aksine, 'aptal, küçük ama birkaç saniyeliğine de olsa dünyanın merkezinde' falan da hissetmedi kendisini. Aurelius Malfoy, gözündeki karanlık, çok karanlık bir peri masalındaki çekici prens imajını kaybetmesine rağmen, kendisinden isteneni yapacaktı Amaltheia, Malfoyları kaderine bırakıp gidebilmesi için cadıya gerekli gücü veren, kollarında tuttuğu küçük yaratığın minik elleriydi. Büyücü, kızarık gözlerini kırpıştırarak onlara bakan bebeğin yanağını okşadı tek parmağıyla. Kadın buna inanmak istemese de, genç baba, kızına veda ediyordu. "Daha bir adı bile yok. Valentina’yla hala düşünüyorduk." dedi adam fısıltıyla. Dadıdan ziyade, kendisiyle konuşuyordu. Amaltheia, Malfoy çiftinin yakında mutlaka bir isim bulacaklarını, henüz hiçbir şeyin sonunun gelmediğini, kızlarının okul mektubunu alışlarını göreceklerini söylemeye başladığında, tekrar kazandığı alaycı kahkahasıyla durdurdu onu sarışın adam.
"Onunki gibi bir soy ismin varsa adın o kadar da önemli değildir." Büyücü, uzun parmaklı ellerini cübbesinin iç cebine sokarak altın bir kolye çıkardı usulca. Amaltheia, kolyenin aynısını daha büyük Malfoy kızının boynunda görmüştü. Malfoy geleneğine göre zümrütlerle süslü, üstünde zarif bir M harfinin olduğu kolye, ailenin kızlarına vaftiz töreni esnasında isimleriyle beraber takılırdı. Adamın soluk bakışları, yerde yatan beyaz cübbeli cesede kaydı bir an. Amaltheia, adamın bebek için söylediklerini hatırladı. Küçük fahişe. Canavarın çocuğu. Aurelius Malfoy, kızının alnına bir öpücük kondurmadan önce, acı bir tebessümle güldü. "Benim küçük günahkarım. Messalina. Adı Messalina olacak." Amaltheia, Malfoy kızına belki de en kötü şöhretli, sonradan vatan haini ilan edilmiş Roma İmparatoriçe’sinin adını koymaya kararlı görünen büyücüye şaşkınlıkla baktı. Duruma mükemmel uyuyordu ama yine de… Yapılmaması gereken bir şeydi. Yanlıştı. Ve Amaltheia’nın bir Malfoy için yaptığı ilk yanlış şey olmayacaktı. Uzun parmaklı eller, bu şartlar altında bile titremeden kolyeyi bebeğin boynuna taktı. Genç baba, parmaklarını hemen çekmeyerek uzunca baktı bebeğin gözlerine. Üst katlardan birinden gelip genç kadının yüreğini hoplayan bir çığlığın üzerine Malfoy varisi, eski soğukluğuna kavuşarak birkaç adım uzaklaştı bebekten. Amaltheia, Malfoy’un gözünde vedalaşmaya değer olmadığını bildiğinden, genç adam ona neler yapması gerektiği hariç bir şey söylemediğinde şaşırmadı. Büyücü onlara gizli bir geçit açıp odadan çıktığında, bütün kalbiyle tam tersini dilemesine rağmen Aurelius Malfoy’u son defa göreceğini biliyordu.
Asasını önüne uzatıp bir aydınlatma büyüsü yaparken, kollarında bir süredir sessiz duran kızın kulağına teselli edici birkaç kelime fısıldamaya çalıştı Amaltheia. Kendi hayatının da buna bağlı olduğu gerçeğini unutmuş, sadece kollarındaki ufaklık için acele eden cadı, Malfoy Malikanesi’nden dışarı çıkan gizli, karanlık geçitte bütün gücüyle koşuyordu. En küçük bir çıtırtı, takip edildiklerini düşünmesine yeten cadı, malikanenin birkaç kilometre uzağında tekrar yer yüzüne çıkana kadar hayatının en uzun dakikalarını geçirmişti. Önce bütün olanlardan habersiz, kollarında uyuya kalmış güzel bebeğin yüzüne, sonra da uzakta, sisin kefenlediği tarihi Malfoy Malikanesi’ne baktı. Adrenalin patlaması geçerken Aralık gecesinin dondurucu soğuğunun vücuduna nüfuz ettiğini hissetti genç kadın. Bebeği soğuktan korumak için, limon yeşili atlas çarşafı, küçüğün yüzünü örtecek şekilde ayarlamaya çalıştı. Uyuyan küçük kızın minik burnuna işaret parmağıyla hafifçe dokunma isteğine boyun eğdi Amaltheia. İşini, ikisine de hayran olduğu işverenlerini kaybetmiş, ölümden dönmüş ve donuyor olsa da minik bir gülümsemenin dudaklarına yerleşmesine engel olamadı. "İyi uykular, Messalina." İnsanların ne düşüneceğini zerre önemli gelmedi o an için; nedeninden emin olmasa da isim, kim ne derse desin, bebeğe mükemmel uyuyordu.19 ARALIK 1975 DOMUZ KAFASI ---------------------- Saçları sonbahar yapraklarını andıran Myra Marchand, güç almak için sıkıca eşinin elini tutuyordu. Yakışıklı büyücünün parmakları, en az kendisininkiler kadar soğuk ve terliydi. Bakışlarını kapıya yöneltirken, elindeki kirli mendille aynı bardağı silip duran yaşlı, St. Mungo kaçkınına benzeyen adama bakmamaya çalıştı kadın. Zemini gerçek rengi belli olmayacak derecede kirli olan bu yerden mümkün olduğunca çabuk gitmek istiyordu. Sahi, buluşacakları kadın burayı çok mu aramıştı? Sadece cumbalı pencerelerdeki lekeler bile – O şey kan olamazdı, değil mi? - tüylerini ürpertiyordu kadının. Geldiklerinden beri şüpheli, tuhaf bir şekilde de küçümser bakışlarla onları süzen barmen ve yan masada oturan, ıssız bir sokakta karşısına çıksalar çığlığı basacağı üç kukuletalı adam da pek katkı sağlamıyordu duruma. Yasadışı yoldan çocuk evlat edinmek için buradasın, diye çıkıştı içinden kendisine. Has ipekten cübbeler içinde büyü dünyasındaki son gelişmelerini tartışırken yüzyıllık şaraplarını yudumlayan büyücüler beklediğini söyleme bana.
Myra Marchand, nasıl bir duruma geldiklerini düşündü bir kez daha. Aileden gelen inanılmaz bir servetleri olan, iki teki de araştırma görevlisi saygıdeğer Marchand çifti, suçluların yuvası Domuz Kafası’nda yasadışı bir ticaret için bekliyorlardı. Bunun olacağını görebilseydi, yıllar önce Nate’i o kimera yumurtalarını sipariş etmekten alıkoyardı. Adamın kötü bir amacı yoktu aslında. Araştırdıkları bir kolyeden küçükken kaptığı bir lanet sonucu ölmek üzere olan altı yaşında bir çocuğu kurtarmaya çalışıyorlardı. Üstünde çalıştıkları iksiri en kısa sürede bitirmek istemişlerdi ve onlar, bakanlığın denetimi altındaki malzemeyi alana kadar küçük çocuk çoktan ölmüş olurdu. Nate, küçüğü kurtarmak için bir kaçakçıyla anlaşıp A sınıfı ticareti yapılamaz mal kabul edilen yumurtayı almaya çalışmıştı. Sonuçta o zamana kadar hiçbir kanunsuzlukla işi olmamış Nate yakalanmış ve bu, sabıka kaydına geçmişti. Çocuk sahibi olamayacaklarını anladıklarındaysa evlat edinebilmek için bulabildikleri her kuruma başvurmayı denemişti çift ama Nate’in kaydı, önlerine bir engel olarak çıkmıştı hep. Derken tanımadıkları bir kadın bir akşam uçuç şebekelerinden çıkıp çocuk sahibi olmayı isterler mi diye sormuştu onlara.
Kadın para istememişti. Evet, kızı onlara vermeden önce zengin olduklarından emin olmuştu ama onlardan para istememişti esmer kadın. Myra pek insan taciri tanıdığını söyleyemezdi belki ama alışılmış prosedürün bu olmadığına emindi. Kapının paslı menteşelerinin gıcırtısı, düşüncelerinden uzaklaştırdı cadıyı. Kapıdan içeri giren kadın, barın modasına uyarak yüzünün büyük bir kısmını kukuletayla örtmüştü. James, sonbahar saçlı cadıya ait eli cesaret vermek istercesine hafifçe sıktı. Görünebilir bir şekilde yutkunan Myra, kadının kucağındaki kumaşa sarılı şeyden ayıramıyordu gözlerini. Kızı daha önce görmemişlerdi, esmer cadının onlara verdiği bebeğin muggle tarzı, hareketsiz bir fotoğrafıydı. Sepya fotoğrafta minik bir gülümsemeyle uyuyan kıza ilk görüşünde tapmıştı cadı. Oysa gümüş rengi bir kumaşa sarılmış kız, fotoğraftakinden daha bile sevimli görünüyordu. Onlara başka bir çocuk vermeye çalışılmadığını anladığında içten içe rahatladı Myra. Pekala, gelecek çocuklarını meyve seçer gibi almaları yanlıştı. Ama yine de soruları vardı çiftin. Esmer cadının kaçamak, diplomatik cevaplar verdiği sorular. Son görüşmelerinde Nate, kızın bir cadı olup olmadığını sormuştu. Sanki kız muggle olsa, bundan vazgeçeceklermiş gibi. Karşılarında oturan insan taciri soğuk bir kahkaha atmış, kız ağlamaya başladığında annesinin çeyizinden kalma değerli bir çay takımının gördüğü acı sona dair bir şeyler gevelemişti.
Myra, güzel bebekle esmer kadın arasındaki ilişkiyi çözememişti –dış görünüşlerine bakılırsa yakın akraba olmaları pek olası değildi- ama kadının bebeği sevdiğinden emindi. Gri kumaşın içindeki meleği onlara uzatırken bakışlarına oturan hüzün bunun en büyük göstergesiydi. "Özür dilerim. Böyle olmamalıydı, hiçbiri." Kadının, bebeğin kulağına fısıldadıklarını duymamış gibi yaptı kibarca. Önceki buluşmalarında, neden bebeği vermek istediğini sormuştu Myra ona. Kadın, alayın ne zaman bitip acının nerede başladığını kestiremediği bir tonda küçük meleğin, bütçesinin karşılayabileceği tek bir şeyi bile yemediği, sürekli başında birilerinin olmasını istediğini ve ağladığında, etrafındaki bir şeyleri patlatma eğiliminde olduğunu söylemişti ona. Bu bebeğin daha şimdiden şımarık olduğu anlamına gelse de küçük kızı alma konusundaki kararını bir saniye için bile olsa tekrar sorgulamamıştı Myra. Cadı, kızın adının Messalina olduğunu ve bunu değiştirmemeleri gerektiğini söylediğinde bile ikinci defa düşünmemişti. Hafif meşrep, vatan haini Roma İmparatoriçesi? Kim kızına böyle bir ad koyardı ki? Ama, hey, Lina o kadar da kötü gelmiyordu kulağa. Myra, eşinin elini bırakıp onlara uzatılan küçük kızı kucağına aldı. Nate’in kollarının hem onu, hem de bebeği sardığını hissedebiliyordu. Dudaklarına minik bir gülümsemenin yerleşmesine engel olamadı kadın. İnce telli sarı bukleleri okşarken, kızın boynundaki altın zincire dokunmamaya özen gösterdi nedensizce.4 EYLÜL 1991 MARCHAND EVİ ---------------------- Sihir İlimleri Akademisi Adalbert Waffling Özel Ödülü Sahibi, Lanet Kurbanları Dayanışma Derneği Onursal Üyesi, İkinci Derece Merlin Nişanı Adayı Doktor Nathaniel James Marchand –onu şahsen tanıyan herkes için sadece 'Nate' - bir zamanlar gür ve dalgalı olan ancak geçen yıllar boyunca hatırı sayılır bir miktarı dökülmüş, sonbahar yapraklarını andıran güzel saçları okşarken, gözyaşlarına hakim olmaya çalışıyordu. Sevdiği kadının gözkapakları hafifçe aralandığında gülümsemeye çalıştı adam ancak dudaklarındaki çarpık kıvrım pek ikna edici değildi. Yine de cadı, yorgun ve neredeyse gerçek bir gülümsemeyle cevap verdi ona. Uçuk pembe dudaklarındaki gülümsemeyle evlendiği kadına benzetti onu adam. Onun Myra’sına. Her zaman neşeli, hareketli, hiçbir zorluğun yıldıramadığı, iyi kalpli güzel cadı. Solgun, neredeyse bir hayaletinkini andıran yüzü göğsüne yasladı genç adam. Kadını kucaklayarak kaldırdığında, cadının ne kadar hafif olduğunu fark etti. Zaten zayıf olan kadın, gözlerinin önünde eriyordu resmen. Yatağa oturduğunda, Myra’nın her zamanki gibi tarçın kokan saçlarına gömdü başını. Myra cılız kollarını boynuna doladığında, gözyaşlarına karşı verdiği sürekli savaşta bir muharebe daha kaybetmişti Nate. Neredeyse beş yıldır bu lanete bir çare bulabileceklerine hala inanıyormuş, o güzel günlere gerçekten geri dönebileceklermiş gibi davranıyordu Marchand çifti. Ancak Nate’in gözünde, son umut ışığı söneli çok olmuştu. Ama rol yapmak daha kolaydı, hayatının tek aşkının gideceğini kabullenmekten, güzel cadının hüzünlü gülümsemesini son kez öpmekten. Ancak kaçınılmaz vedalarına çok uzun kalmadığını da hissediyordu büyücü. Yine de, son ana kadar hala umut varmış gibi davranacaktı. Myra dört direkli, gösterişli yataklarından eskisi gibi neşeli, sapasağlam kalkacakmış gibi. Ancak genç cadıyı kandırmak şöyle dursun, kendisi bile inanmıyordu artık buna.
Her şey o yüzük ilk kez laboratuarlarına girdiğinde başlamıştı. Çiftin masasında bulunan diğer her şey gibi, bu nesnenin de karanlık bir doğası olduğu aşikardı. Marchandlar, sihrin karanlık ve bilinmeyen yanıyla ilgilenirdi ancak Karanlık Lord’ların yaptığına benzer bir sebeple değil. Ölümsüzlük, ün, şan ya da zenginlik arayışı değildi onlarınki. Akademik meraklarının altında, karanlık büyü kurbanlarını iyileştirebilme arzusu yatıyordu. Büyünün yarattığı hasarı onarabilecek aydınlık bir büyü. Çoğu zaman başarılı olamazdı çift, çok çalışıyorlardı ve yaptıklarının yüzde yüz güvenli olduğu da söylenemezdi ama bir kişinin üstündeki laneti kaldırabilseler bile yetiyordu. Bakanlıkla ve dünya genelindeki büyü üniversiteleriyle iletişim halindeydiler. Söz konusu yüzüğü laboratuarlarına gönderen, Bakanlıktı. Yapılan bir baskın sırasında ele geçirilen bu takının üzerinde bir lanet olup olmadığını öğrenmek istiyorlardı. Marchand çiftinin pek hoş olmayan bir şekilde öğrendikleri üzere, cevap evetti. Nate, yüzüğün kırılıp karanlık bir büyü dalgasının Myra’yı vurduğu akşamı, bir şeyler yakalayabilmek umuduyla defalarca Düşünseli’nde izlemişse de tam olarak neyin ters gittiğinden hala emin değildi. Bir teorisi vardı. Aslına bakarsanız, birden fazla teorisi vardı ve en basitinin ana dayanağını anlayabilmek için bile sihrin pek uygulayıcı bulamayan, antik dallarından birinde doktoranızın olması gerekiyordu. Myra’nın gittikçe daha zayıf düştüğünü ve her insanın bir gün yüzleşeceği gerçeğe birkaç adımdan daha uzak olmadığını anlamak içinse okuma yazma bilmeniz bile şart değildi. Myra’nın bu kadar uzun süre dayanabilmesinin bile bir mucize olduğunu düşünüyordu Nate. Sürecin nasıl işlediği daha önce birçok başka kurbanda görmüştü. Eşinin beş yıldır hayatta olmasını sağlayan, denediği, sadece semptomları tedavi edebilen geçici çözümlerden ziyade sonbahar saçlı cadının güçlü olmasıydı. Cadı hayatı seviyordu. Onu seviyordu. Ve bir de, belki de en çok, kızları Lina’yı seviyordu.
Birçok kişi Messalina’yı (Kızın bundan hoşlanmadığını bilmelerine rağmen, ikisi de ona Lina diyordu. Kızları kendilerini başkalarına her zaman tam adıyla tanıtır ve Marchand çifti hariç herhangi birinin ona lakap takmasına izin vermezdi. Buna genç kızın neredeyse lanetlediği Büyükanne Marchand da dahildi.) kısaca bir ebeveynin en büyük kabusu olarak tanımlayabilirdi. Marchand çifti, yıllar önce kızlarıyla ilgili bazı şeyleri –Kızın cinsel hayatı, mugglelara karşı saldırgan tavrı, çataldil oluşu, bildikleri bir arkadaşının olmayışı, oynanmaması gereken büyü yasalarına olan merakı, emin olmasalar da büyük ihtimalle karanlık yanlısı bir grupta hem de yüksek bir rütbede oluşu bu şeylerden yalnızca birkaçıydı.- görmezden gelmeye karar vermişti. Lina dünyanın en paylaşımcı insanı olmayabilirdi belki ama yine de ondan başka bir insana kızım dediğini düşünemiyordu Nate. Gerçek ailesi hakkında hiçbir şey bilmedikleri kızın doğası buna ne kadar ters olsa da sarışının varlığı çiftin hayatına mutluluk getirmişti hep. Kız onlara kendisini sevdirmek için bir şey yapmamıştı aslında ancak küçük şeyler, Marchandların mutluluğu için yeterli olmuştu. Myra’yla ikisi alışverişe çıktığında kızın, annesine büyük bir heyecanla verdiği tavsiyeler, kadının moda anlayışını gülerek eleştirmesi ama aynı şeyi bir satış elemanı yapmaya kalkarsa ona hiç düşünmeden ağzının payını vermesi, Nate’in sıkılmasından alaycı bir tavırla yakınışı, birçok doğa tarihi müzesininkinden daha zengin koleksiyonu için uzun zamandır aradığı bir örümceği bulduğunda attığı kahkahalar, çiftin laboratuarlarına yaptığı ziyaretler, bu ziyaretler sırasında çalışmaları için yaptığı zekice ve karanlık doğasına kulağınızı tıkayabilirseniz, mantıklı yorumlar… Nate, hiçbir zaman tamamen kızın hayatının bir parçası olamayacaklarını biliyordu. Aslına bakılırsa kızın hayatı hakkında ellerinde olandan daha fazla bilgiyi kaldırabileceğinden de şüpheliydi zaten. Ancak kız, bir şekilde bağlantılarını korumuştu hep. Sadece önemsiz şeyler üzerinden olmuştu bu ama kızın, bunu sadece onlar için yaptığını, onun on yedi yıllık hayatında böyle bir ayrıcalığa başka kimsenin sahip olmadığını hissedebiliyordu kızıl saçlı büyücü.
Düşünceleri, Myra’nın gittikçe bir inferiusa benzemesinin getirdiği en büyük soruna dönüyordu sürekli. Messalina. Ona ne yapacaklardı? Bazen sarışının onlara tahammül etmesinin tek sebebi aralarında bir kan bağının olduğuna inanmasıymış gibi geliyordu Nate'e. Gerçeği öğrendiğinde, onlardan nefret edecekti kız. Bir kez kızın nefretini kazanırlarsa da, bunun geri dönüşü olmayacaktı. Myra’nın son günlerinde, böyle güçlü bir nefrete ihtiyacı yoktu. Ama öte yandan, eşinin bu gerçeği şahsen açıklamadığı sürece rahat edemeyeceğini de biliyordu. Başta, yıllar önce, kız okul mektubunu aldığında söylemeyi düşünmüşlerdi aslında. Ama o zaman hala umut vardı, Nate gelecek güzel günlere dair söylediği yalanlara gerçekten inanıyordu, Myra iyileştikten sonra söylerlerdi, hala vakit vardı, hala umut vardı o zamanlar. Marchandlar, normal şartlar altında, bugünün işini yarına bırakacak insanlar değillerdi ama üvey kızlarıyla yüzleşmeyi erteleyip durmuşlardı. Myra’nın daha ileri bir tarihi görüp göremeyeceği bu kadar şüpheli olmasa, ertelemeye devam da edebilirlerdi. Vaktinden önce solmuş güzel bir çiçeği andıran genç kadının alnına minik bir öpücük kondurduğunda, eşinin de gözyaşlarını tutamadığını anladı Nate. Onu tüketen lanete rağmen güzel eşiyle, hayatının aşkıyla vedalaşmak zor olacaktı, evet. Ama yapmak zorunda kalacağı en zor konuşma olmayacaktı. Hırçın, asi ve her an patlamaya hazır bir iksir gibi olan Messalina’yla yapacakları konuşmadan daha çok korkuyordu adam. "Lina. O-" diye başlamaya çalıştı Nate ancak sonbahar rengi saçlı cadının yorgun ama sakinleştirici mırıltısı susturdu onu. "Biliyorum. Söyleyeceğiz. İlk Hogsmeade gezisinde. Yaz tatili bekleyelim derdim ama o kadar zamanım yok, değil mi?" Nate, başını inkar etmek istercesine iki yana salladıktan sonra kadına, gerçekten sağlayamadığı bir güvenliğin hissini sağlamayı umarak daha sıkı sarıldı. Kollarının arasındaki genç cadı, gözkapaklarını bitkin bir tavırdı kapatırken, kaderini kabullenmiş bir havada fısıldadı. "Bizi asla affetmeyecek." Otomatik hareketlerle kadının saçlarını tekrar okşamaya başlamış adam, yalan söyleyecek gücü bulamadı kendisinde. | |
|