Artemis’in uçan arabası ile ilerlerken aklımda hiçbir şey yoktu. Bu oyuna katılırken nasıl bir belaya bulaşacağımı bilmiyordum. ”Bunları bilsem yine de katılır mıydım?” dedim kendi kendime. İçinde bulunduğum ruh hali canımı sıkmaya başlıyordu. Sadece ilk turu öğrenmiştim ve bu çok, çok zordu. Güneşli bir havada ve Aeolus’un yaratacağı “olumsuz” hava şartlarına karşı mücadele edecektik. Mücadele etmek işin kolay kısmıydı. Asıl zor olan kısmı ise ne ile mücadele edeceğimi bilmememdi. Oyun hakkında yaptığım araştırmam doğru çıkmıştı. Bu oyun babam Zeus yüzünden çıkmıştı. Ona göre en büyük kahramanlar Zeus’un çocuklarıydı. Babam haklıydı ve onu haklı çıkarmak için hayatım pahasına savaşacaktım. Fakat ne ile savaşacaktım? Yanıma sadece en sevdiğim silahımı, pantolonumu, kamp tişörtümü ve içinde sadece bir el feneri ile bir şişe su olan küçük bir çanta almama izin vermişlerdi. Bu zamandan itibaren geri çekilemezdim. Kardeşim Drake’i düşündüm. Birkaç metre ileride o da oturmuş uzaklara bakıyordu. Onu he zaman çok sever ve saygı duyardım. O da benim gibi bu oyuna katılmıştı. Ağlamaklı bir ifadeyle uzaklara baktım. Benim kazanmam için o ölecek miydi yani? Onu kendi ellerimle öldüremezdim ve onu öldüren kişiye de hayatında çekeceği azapların en büyüklerini uygulardım. Etrafımda duran Drake dışındaki on melezin de suratlarını teker teker inceledim. Bazılarıyla çok iyi arkadaştım, bazıları ile aramız soğuktu. Bazıları ile henüz hiç tanışmamıştık. Hepimizin tek bir amacımı, tek bir ortak noktası vardı; o da bu oyunu kazanmak... Yine yakınımda bulunan Zack’in simsiyah gözlerine baktım. Etrafını süzüyordu ve sanki o da benim gibi başkaları hakkında bilgi toplamaya çalışıyordu. Göz göze geldiğimizde bir şeyi anladım. Ne kadar yakın arkadaş olursak olalım ikimiz de birbirimizden kolaylıkla vazgeçebilirdik. Arkadaşlık duygusu dünyadaki en güçlü duygulardandır fakat ebeveyni yüceltme ve onun takdirini kazanmak için ikimiz de birbirimizi yaralayabilir, hatta daha bile ileri gidebilirdik. Gergin vücut hatlarımı kontrol ettim. Artık kamptaki herkese sevecen bir ifade ile yaklaşan Jaden yoktu. Artık her şeye şüphe ile yaklaşan savaşcı Marcus devreye girmişti. Hayatta kalma içgüdülerim ile bu ormanı aşabileceğime inanıyordum. İnanmaktan başka bir çarem de yoktu zaten. ”Olsun, belki de ben burada ölürsem kardeşim Drake’in kazanma ihtimali çoğalır. Onun ölümünü görmek zorunda da kalmam.” Birden düşüncelerim sayesinde tüm vücuduma yayılan adrenalini hissettim. Kendimi her zamankinden iyi ve güçlü hissediyordum. Uçan araba ile havada süzülürken ormana doğru yaklaşıyorduk. Burası ya yükselişimin anahtarı olacaktı, ya da ölüme terk edileceğim bir hapishane...
Benim ormana bırakılma sıram geldiğinde içimdeki bütün duygulardan sıyrıldım. Fakat öfke, yaşama azmi ve hırs duygularını ne kadar istemesem de benim ile olacaklardı. Bunlar beni hayatta tutacak şeylerdi. ”Beni öldüremeyeceksiniz...” diye mırıldandım. ”Beni öldüremeyeceksiniz tanrılar. Sen de beni öldürmeyi başaramayacaksın lanet orman! İyi olmak için yaşayacağım, sadece en iyisi olmak için!” Sesim ilk başta çok yüksek çıkmıştı fakat birkaç saniye içinde havada kaybolup gitti. Bedenimi esir alan kendime güven ve hırs duygusu hala yerini koruyordu. Benliğimin içinden bir canavar uyanıyordu sanki. Bunaltıcı sıcak yüzünden kısa zamanda sırılsıklam olmuştum. Tabii ki ilk işim tişörtümü çıkarıp atmak olmuştu. Bunun zararını birkaç gün sonra fazlasıyla görebileceğimin farkındaydım fakat umurumda değildi. Ormanda henüz gündüz olmasına rağmen birçok hayvanın sesini duyabiliyordum. Ruhdeşen’i elime alıp yürümeye başladım. Gelmeden önce çok fazla yememiştim çünkü bu beni tıkayabilirdi. ”İlk önceliğim su bulmak olmalı. Sonra da yiyecek bulmalı ve bu sıcak sorununa da bir çare düşünmeliyim. Tabii bunları yaparken de sürekli hareket halinde olmam ve bitişe gitmem gerekiyor. Lanet olsun, hep bu kadar zor olmak zorunda mı?!” Düşündüklerimi hayata geçirmek için sürekli yürüyordum ve bu beni yorduğu kadar susatıyordu da. Biraz mola vermeyi düşündüm ve Ruhdeşen elimde hazır bir halde bir ağacın dibine çöktüm. Çantamı açıp suyu çıkardım ve içmeye başladım. ”Unutma Jaden, yavaş yavaş içeceksin. Yavaş yavaş...” Kendime kısa hatırlatmalar yaparak şişenin yarısını otuz dakika gibi bir sürede tüketmiştim. Elime haritayı alıp incelemeye başladım. Bitiş noktasına gidene kadar üç tane ödül noktası konulmuştu. Buralar hepimiz için aynı mıydı? Eğer herkes için aynı ise müthiş bir karışıklık çıkacağından emindim. Kendimden emin bir ifade ile gülümsedim. Karşıma çıkabilecek kişiyi yenebileceğimi biliyordum fakat benim endişelendiğim tek şey tuzaklardı. Sonuçta bu oyunda avcılar ve Apollon’un çocukları da vardı ki bunlar menzilli silahları gayet iyi kullanıp beni uzaktan avlayabilirlerdi. ”Şimdilik ihtiyacım yok. Fakat eğer zor bir durumda kalırsam mutlaka ödül noktalarından birine gideceğim.” Birkaç saat daha bitiş çizgisine doğru dümdüz yol aldım. Fazla hızlı ilerleyemiyordum çünkü ormanın tehlikelerini ve bulabileceğim azami erzak sınırını bilmiyordum. Bu yüzden ödül noktalarını geçmemeye çalışıyordum.
Vakit öğlen olup güneş tam tepemde parıldamaya başladığında artık sıcak yüzünden neredeyse delirecek bir durumdaydım. Masmavi gökyüzüne bakıp haykırmak ve ağlamak istiyordum. Yemyeşil ve sık sık büyük ağaçların rastlandığı ormanda türlü tehlikeler yatıyordu. Oraya girmeye korkuyor muydum? Hayır, gözüm ile görebildiğim hiçbir şeyden korkmama en azından şu anlık gerek yoktu. Ormana girip girmemek arasında tereddüt yaşadım ve birkaç dakika düşüncelerimin netleşmesi için bekledim. Birkaç dakika sonra kafamı kaldırdım ve yürümeye devam ettim. Ormanın içine girmeden devam edecektim. Aslında benim de bulunduğum yer ormandı fakat gireceğim yerde her tür tehlike olabilirdi. Yolda ilerlemeye devam ediyordum. Yemyeşil çimenlerin arasında çoğu yerde toprak da belli oluyordu. Oturup biraz daha dinlenmeye karar verdim. Geldiğim ilk gün bütün suyumu bitirecek ve öyle yola devam edecektim. Fakat suyu bitirmek dışında yapacağım şeyler de vardı. Yine bir ağacın gölgesine oturup ensemden içeri giren ve bütün bedenimin acı ile kavrulmasına neden olan güneşten kaçmaya çalıştım. Suyumu yavaş yavaş tüketirken etrafı inceliyordum. Toprakta hiçbir canlı izi yoktu. Karnım da acıkmaya başlamıştı fakat önceliğim su olmalıydı. Toprağa baktığımda genelde kuruydu. Suyumun sonuna geldiğimde elimi toprağa dayayıp kalanını da kafama dikerken bir anda şok oldum. Toprağın ıslak olduğunu fark ettiğimde sevincimden neredeyse havalara uçacaktım. Bu yakıcı havada bile biraz da olsa soğuk kalmayı başarabilmişti bu toprak. Sonra aklıma bir fikir daha geldi. Burada toprak ıslak ise yakınlarda bir yerde göl veya onun gibi bir su kaynağı da olmalıydı. Vücudumun yanan yerlerine ıslak toprağı sürmeden önce pantolonumu çıkardım. Çünkü beni yakıyordu ve vücudumun özellikle de alt kısımlarında hiçbir yara olmasını istemiyordum. Bu beni yavaşlatırdı ve görevimi de büyük ölçüde tehlikeye atardı. Pantolonumu çıkardıktan sonra ise ellerim ile saçlarımı karıştırdım. Darmadağın olmuşlardı ve kafamı yakıyorlardı. Hiç ses çıkarmadan Ruhdeşen’i aldım ve saçlarımı kesmeye başladım. Nasıl görünecekleri umurumda bile değildi. Kafamı saçlardan neredeyse tamamen temizlediğimde eskisinden daha iyiydim. Kafam yine kavruluyordu fakat eskisi kadar kötü değildi. Hem de en azından bunaltmıyordu ve kafama da toprak sürebilirdim. ”Toprak... Sadece ferahlatmasından değil, kamufle etme özelliğinden de faydalanmalıyım.” Üzerimde sadece iç çamaşırım vardı. Onu da çıkarmak için inanılmaz bir istek duyuyordum fakat onu da çıkarmanın şu zamanda işe yarayacağından pek emin değildim. Islak toprağı her yerime sürdükten sonra yoluma devam etmek için ayağa kalktım.
Akşam saatleri olduğunda kendime kalacak bir yer ayarlamam gerektiğini anladım. Soğuk ve aynı zamanda canavar saldırılarından uzak bir yerde uyumalıydım. Beynimin sınırlarını zorlamalı ve hayatta kalmalıydım. Gece olduğunda burası çok daha korkutucu oluyordu ve ben tamamen hayatta kalma içgüdülerime güvenerek hareket ediyordum. ”Tamam, toprağın içinde uyuyacağım.” dedim. Şu ana kadar iyi idare etmiştim fakat suyum bitmişti ve karnım da iyice acıkmaya başlamıştı. ”Yarın sabah farklı olacak. Uyandığımda hemen avlanmaya gitmeliyim, yoksa saldırıdan değil açlıktan öleceğim.” Ruhdeşen’in de biraz yardımıyla kazdığım toprağın içine bulduğum yaprakları yerleştirdim. Sonra da dal parçaları ve yaprakları toplayıp toprağın içine girdim ve üzerimi kapadım. İçerisi dışarıya göre çok daha serindi. Gözlerimi açmaya korkuyordum çünkü üzerimde gezinen solucanların varlığını bile bilmek tiksinmeme yetiyordu. Buradan kurtulmak istiyordum. Bu iğrenç oyundan kurtulup eski hayatıma dönmek istiyordum fakat bu çok zordu. Belki de yıldızlar kadar uzak...
Kendime açtığım ”mezarda” nasıl olduysa uyuyakalmıştım ve gözlerimi açtığımda hiçbir tepki vermeden etrafı dinledim. Bir uğultu vardı ve bu uğultu çok güçlüydü. Bir şeyleri koparıp götürmek istercesine çoktu. Üzerimdeki dalları ve yaprakları da iterek ayağı kalkmayı başardım ve hayatımda duyduğum ve duyabileceğim en ağır küfürleri savurdum. Dizlerim titriyor ve dişlerim birbirine çarpıyordu. O kadar soğuktu ki burnumun içinde buz parçacıkları oluştuğunu hissedebiliyordum. Büyükçe kar taneleri çıplak bedenime her temas ettiğinde ayrı bir acı veriyordu. Üzerinde hiç saç kalmayan kafam ise neredeyse bembeyaz olmuştu. Kendime açtığım o deliğe tekrar girmeyi o kadar istiyordum ki bunun için her şeyimi verebilirdim. ”Salak...” dedim kendi kendime. ”Hayatından başka verebilecek neyin kaldı ki?” Dizlerim titreye titreye yanımdan bir saniye bile ayırmadığım Ruhdeşen’i aldım elime. ”Selam dostum, bugün nasılsın?” İçinde bulunduğum ruh hali psikolojimi olumsuz yönde etkiliyordu. Konuşacak kimse, hiçbir şey yoktu ve ben artık kılıcım ile konuşmaktan başka bir çare düşünemiyordum. Eğildim ve elime biraz kar aldım. Etraftaki ağaçların hepsinin üzeri bembeyaz olmuştu. Yerde toprak denilebilecek hiçbir şey kalmamıştı, her yer bembeyazdı. Üzüntüyle üzerimden çıkardığım pantolonumu, tişörtümü ve hatta iç çamaşırımı düşündüm. Evet, o kadar sıcaktı ki iç çamaşırımı dahil çıkarıp atmıştım. ”Tanrılar benimle oyun oynuyor. Beni öldürmek istiyorlar.” Buraya geldiğimden beri sürekli tanrıları sorgular olmuştum. Fakat şuan bunun hiçbir önemi yoktu. Tamamen çırılçıplak bir haldeydim ve karnımın da durumu vücudumun durumu kadar vahimdi. Elimdeki karı yuvarlayarak bir kartopu haline getirdim ve bembeyaz olmuş çalılıkların arasına attım. Umursamaz bir şekilde arkamı döndüğümde ise hırıltıları duymaya başladım. Nereye dönersem döneyim rüzgar tam karşı istikametimden çok büyük bir şiddetle esiyordu. ”Aeolus...” diye mırıldandım. Bunu Aeolus yapıyordu ve şimdi bana saldıracak hayvanları da tahmin etmekte pek zorlanmıyordum. Hırıltılar arttı ve her tarafımdan gelmeye başladılar. Bir çift göz korkusuzca ileriye çıktı. Onu diğerleri izledi ve birkaç dakika içinde etrafım tamamen sarılmıştı. Bu büyük ve vahşi hayvanları tanımakta hiç zorlanmadım. ”Dişi ayılar... Artemis’in hayvanlarından biri, sizi gördüğüme şaşırmadım.” Geldiğimden beri hiçbir mücadeleyle karşılaşmamıştım ve savaşçı ruhumu ortaya çıkaracak hiçbir olay yoktu. Neredeyse ölebileceğim bir durumda yüzüme bir gülümseme yayıldı. Bu o kadar şeytani bir gülümsemeydi ki ayılar bile garip bakıyorlardı bana. Şu an saf öfke duyuyordum. Öfkem belirli bir nesneye veya kişiye karşı değildi ve bu da işin iyi yanıydı. Bu öfkeyi kime yansıtabileceğimi iyi biliyordum. Yüzümdeki gülümseme daha da yayıldı ve sonunda bütün ormanı inleten bir kahkaha attım. O anda birkaç yılan kafalarını bulundukları delikten çıkartıp bana baktılar. ”Günlerdir sizi bekliyorum aptallar. Haydi, gelsenize!” Onların saldırmasını hiç beklemeden gırtlağımı söküp atarcasına bir savaş narası attım ve ayıların üstüne saldırdım. Saldırırken aklımda tek bir şey vardı “Ayı eti yiyecek olarak kullanılabilir mi?” İlk saldırdığım ayının ölmesi çok uzun sürmedi. İlk saldırıda ilk kayıplarını vermişlerdi. Savaşırken hep gülüyordum. Sadece kılıç savuruyor ve kahkaha atıyordum. Ayılar tamamen etrafımı sardığında bir tanesi neredeyse bir hançere benzeyen pençelerini kaburgalarıma daldırdı. Acıyla haykırdım bir parende atıp ayının kafasını bedeninden ayırdım. ”Gelin bakalım Artemis’in canavarları! Gelin ki size nasıl yok olabileceğinizi gösterebileyim!” Tamamen savaşçılara özgü bir içgüdü ile saldırıyordum. Duyduğum saf öfke zamanla azalıyordu. Öfkem dindiğinde ise karşımdaki bütün ayılar cansız bir biçimde yerde yatıyorlardı. Ben ise yorgunluktan bitmiş bir durumdaydım. Kaburgalarıma bir pençe saplanmıştı ve bir tane ayı da ölmeden önce omzumu ısırmayı başarmıştı. Bunun dışında vücudumda sayısız kesikler vardı. Canım o kadar yanıyordu ki bir an ölmeyi diledim. Karnımın açlığı da eklenince gerçekten şu an yapılabilecek en iyi şeyin buraya oturup ölmeyi dilemek olacağını düşündüm. ”Şu an içinde bulunduğum durumdan daha kötü ne olabilir ki?” diye düşündüm, başıma gelecekleri bilmeden...
Ayıları öldürdükten sonra ilk yaptığım şey etlerinin yenip yenmeyeceğine bakmak oldu. Bir ayının etini kestim ve kestiğim parçayı ağzıma atıp çiğnedim. Normal etten bir farkı yok gibiydi. Tam onu yemeyi düşündüğümde yine hislerime güvenerek eti tükürdüm ve bir parmağımı ağzıma sokarak ağzımdaki sıvıyı kontrol ettim. Lanet olsun, bu yeşil renkli sıvının garip bir tadı vardı ve muhtemelen zehirdi. Hiç yutmamaya son derece özen göstererek hepsini tükürdüm. Karnımın açlığı ve yaralarım beni uyumaya zorluyordu. Üzerimde hiçbir şey olmaması ve neredeyse donmak üzere olmam da bir etkendi tabii. Kendimi zorluyordum ve uyumamaya çalışıyordum. ”Sakın Jaden, sakın uyuma. Artemis’e ve Aeolus’a ne kadar güçlü olduğumu göstereceğim. Uyumamalıyım.” Aniden bir ses yaklaşık üç seferde salgılanabilecek adrenalinin tek seferde vücuduma salgılanmasına neden oldu. Bu bir çığlık sesiydi. Bu çok ”normal” bir çığlık sesiydi fakat o kadar farklıydı ki... ”Drake...” Ağzımdan dökülen kelimeler oldukça cılız ve cesaretsizdi. İki günde çok şey yaşamıştım. Bir insanın veya bir melezin yaşadığından çok daha fazlasını... Fakat bu bana gelen bitirici darbeydi. Ayağa kalktım ve koşmaya başladım. Sesin geldiği yönü kafamda tartıyordum. Aeolus en güçlü rüzgarlarını göndererek benim koşmama engel olmaya çalışıyordu; fakat başaramayacaktı. Kardeşimin çığlığını duymuştum ve koşuyordum. Rüzgarlar yoluma çıkıyordu ve başka zorlukların da geleceğini tahmin ediyordum. Dün de haritaya bakmadığımı fark ettim. ”Hayır, şimdi zamanı değil. Kardeşin kötü durumda olabilir Jaden, şimdi hiç zamanı değil.” Son sürat koşmaya devam ettim ve bir süre kendimi bilmez bir halde koştum. Her attığım adım beni daha da zorluyordu. Bacaklarımdaki yaralar, kaburgamdaki acı, iki gündür etkisini gösteren açlık... Drake’in sesi tamamen kaybolduğunda benim de umutlarım bitmişti. Yaşadıklarım beni daha ne kadar etkileyebilirdi ki? Yere oturup ağlamaya başladım. Şuan tanrılar beni izleyip çok fazla eğleniyor olabilirlerdi. Ben burada çaresizce karların üzerine diz çöktüm ve haykırmaya başladım. ”Kahrolası Artemis ve Aelous! Benden ne istiyorsunuz?!” Çıplak bedenim ve bedenimdeki yaralar her an daha fazla yanmaya devam ediyordu. Göz kapaklarım yavaşça kapanıyordu ve asıl zor olan buna engel olmak değildi. Artık burada bir gün daha yaşamak için hiçbir neden bulamıyordum. Beni burada ayakta tutan hiçbir neden yoktu. ”Neden bunları yaşıyorum ki?” dedim kendi kendime. Belki de yaşamımın son saatlerinde tanrılar yerine kendimi suçlamam daha iyi olacaktı. ”Bu yarışmaya katılmam başından beri yanlıştı. Ben bu oyun için çok güçsüzüm. Bu etabı geçsem bile...” Eğer kendimi izleyebilseydim bu anda gözlerimin parladığını anında anlardım. Kendime diğer etaplarda şansımın olmadığını itiraf edemedim. Yaralarımdaki ağrılar yavaş yavaş azalıyordu. Artık her şeyi daha az hissetmeye başlıyordum. Her aldığım nefeste daha fazla acı çekiyordum. ”Bu kadardı demek... Babamı haklı çıkaramadım. Hayatımın böyle bitmesi çok acı. Her zaman büyük bir savaşta, büyük bir kahraman olarak ölmeyi dilerdim. Tanrılar dışında beni kimsenin görmediği bir yerde, çırılçıplak ve bu kadar perişan bir haldeyken değil...” Etrafıma bakınmaya başladım. Ölmeden önce bile olsa burayı aklımda tutmalıyım. Gözlerimi hafif araladım ve etrafıma tekrar baktım. Hayır, hayır... Bu olamazdı... Etraf yine bembeyaz ve karlıydı fakat etraftaki değişikliği fark etmemek mümkün değildi. Hislerimi büyük ölçüde kaybettiğim için neler olduğunu anlayamıyordum. Uğultu... Etrafta hiç uğultu yoktu. Titreyen ellerimi kaldırdım ve ağzıma götürdüm. Bir parmağımı ıslatıp havaya tuttum ve hiç rüzgarın olmadığını gördüm. Garip bir nedenden dolayı rüzgar durmuştu. Kafama düşünceler akın ediyordu. En zayıf anımda olacak bir şey değildi bu, tanrılar bana acıyor muydu yoksa? Gözlerimi kapatan sis perdesi aralanmıştı ve tekrar duyabiliyordum. Hislerim yavaş yavaş geri gelmeye başlıyordu. Ayağa kalkmaya çalışacaktım ki sanki görünmez bir el beni durdurdu. ”Hayır Jaden, hayır... Buradan kalksan bile fazla yaşayamadan öleceksin. Ne suyun, ne de yiyeceğin var. En iyisi babana daha fazla rezil olmadan burada ölmek.” Teslimiyetçi yanım ölmeyi dilerken diğer bir yanım ise yaşama içgüdüleri ile hayata sımsıkı sarılıyordu. Hangisini dinleyeceğim konusunda hiçbir fikrim yoktu. Etrafıma bakınırken bir anda gördüğüm şey hayata geri dönmeme yol açtı. Bu bir geyikti; fakat hiç de normal bir geyiğe benzemiyordu. Geyik gri renkteydi ve o kadar güzeldi ki onu sonsuza kadar seyredebilirdim. Niyeyse bir anda geyiği düşününce onu seyretmekten farklı fikirlerimin olduğunu da anladım. Onlarca yarama ve bana işkence eden ağrılarımı bile yok sayarak gülmeye başladım. ”Artemis! Demek geyiğini bana yemek olarak sunuyorsun ha? Evet, bu cömertliğin için çok teşekkür ederim; fakat ne yazık ki o geyiğin hiçbir şansı yok!” dedim ve bütün gücümle ileri atıldım. Biraz önce yerde yatan çaresiz Jaden gitmişti ve onun yerine hayata sımsıkı sarılan bir Jaden gelmişti. Koşarken bir yandan geyiği gözden kaçırmamaya çalışırken bir yandan da elime haritayı alıp incelemeye koyuldum. Şuan bulunduğum yere en yakın yer üçüncü ödül noktasıydı. Gittiğimiz yönü de hesaba kattığımızda sevinçle haykırdım. ”Evet, işte bu! Geyiğin gittiği yer de üçüncü ödül noktası! Hem geyik ile kendime müthiş bir ziyafet çekeceğim, hem de ödül noktasında beni bekleyen hediyeyi göreceğim. Şimdiden sabırsızlanıyorum!”Geyiği kovalıyordum fakat geyik çok hızlı koşuyordu. Dert etmedim. Sonuçta o Artemis’in geyiğiydi fakat bir süre sonra onu yakalayacaktım. O kadar büyük bir azimle koşuyordum ki kendimi yaralarıma rağmen saatlerce koşabilecek gibi hissediyordum.
Üçüncü ödül noktasına vardığımda geyiğin peşinden koşmaya devam ediyordum. Drake’in çığlığı boşuna değildi. Onun sayesinde geyiği bulmuştum ve bu geyik sayesinde karnımı doyuracaktım. Onun zehirli olma ihtimali çok düşüktü. Çünkü geyik, Artemis’in kutsal hayvanıydı ve o böyle bir şeyi asla yapmazdı. Ödül noktasına vardığımda tempomu kaybetmemeye çalışarak etrafa bakınmaya başladım. Her yer hala bembeyazdı fakat yavaş yavaş uğultular artmaya başlıyordu. Bu Aeolus’un uyarısı olmalıydı. ”Lanet olsun, nerede bu ödü...” Bir anda kendimi baş aşağı bir biçimde sallanırken buldum. Ağır bir küfür savurdum ve etrafıma bakınmaya başladım. Lanet olsun, niye bu kadar dikkatsiz olmuştum ki? Çırılçıplak bir biçimde tuzağa yakalanmış şekilde duruyordum. Etrafımı incelediğimde bu tuzaktan onlarca kurulduğunu gördüm. Buradan nasıl kurtulabileceğimi düşündüm. Hislerim yavaş yavaş yerine geliyor, adrenalin sayesinde daha kolay düşünebiliyor ve daha hızlı hareket edebiliyordum. Ruhdeşen’i elimden düşürmediğimi hayretle gördüm. ”Vay be... Demek ki hayata gerçekten sıkı sıkı tutunuyormuşum.” Ruhdeşen’in kabzasını ağzım ile tuttum ve birkaç denemede ayak bileklerime dolanın ipi yakaladım. Ruhdeşen’i tekrar elime alıp tek bir hamlede ipi kestim ve baş aşağı bir biçimde yere doğru düşüyordum. Düşmeyi bilmek önemliydi ve bu işin tekniğini de biliyordum. Ellerim ile yere hafif bir dokunuştan sonra bir takla attım ve yere düştüm. ”Pekala, şimdi anlıyorum. Burada alacağım ödüll ‘tuzak’ oldu. Buraya tuzakları kurup geyiği ters yönde kovalayacağım. Eh, işim pek zor olmayacak gibi.” Bunları der demez kalan tuzağı da unutmayacağım bir yere kurdum ve Artemis’in geyiğini aramaya koyuldum. Geyiği bulduğumda gözlerime öyle bir baktı ki sanki o beni bulmuştu. Sinsi bir gülümseme ile tekrar geyiği kovalamaya başladım. Bitkinlikten, açlıktan, susuzluktan ve üşümekten ölmek üzereydim fakat yılmadım. ”Lanet Aeolus ve Artemis, beni öldürmenize izin vermeyeceğim!” Geyiği kovalamaya devam ediyordum. Plan tam istediğim gibi gidiyor ve geyik tuzaklara doğru ilerliyordu. Artemis’in geyiği son adımlarını da attıktan sonra bir anda baş aşağı asılı kaldı. Boş yere çırpınıp debeleniyordu. Çatlamış dudaklarımdan ruhumda kalan son duygu dolu sözcükler de döküldü. ”Teşekkürler Artemis.”Debelenen hayvanın işini tek bir hamlede bitirdim. Hemen geyiği indirip derisini yüzdüm ve etini de ayırdım. Ateş yakmakla uğraşmayacaktım bile. O kadar çok şey yaşamıştım ki ateş yakmanın artık gereksiz olduğunu düşünüyordum.
Geyiğin postu kuruduğunda kendime giyecek bir şeyler bulduğum için seviniyordum. Post çok hafifti fakat inanılmaz derecede sıcak tutuyordu. Geyiğin etini de yedikten sonra artık bitiş noktasına ilerlemem gerektiğini düşündüm. İlerliyordum fakat yine bir sorunum vardı. Susuzluktan bayılmak üzereydim. Dilim kuruyordu ve bacaklarım halsizleşiyordu. ”Bir şeyi unuttun Jaden. Su yemekten daha önemliydi.” Birkaç adım daha yürüyüp dizlerimin üstüne çöktüm. Şu anki olayın yaşama tutunmakla bir alakası yoktu. ”Hayır!” diye bağırdım ve Ruhdeşen’i kalan son gücümle altımdaki bembeyaz buz parçasına batırdım. Sonrasında ise buz gibi bir suda bulmuştum.
Bilinçsizce karaya vurduğumda susuzluğumu giderene kadar su içtim ve zamanımın bitmek üzere olduğunu hatırladım.Fazla uzun olmayan bir yürüyüşten sonra bitiş noktasına geldim ve bizi almaya kimin geleceğini merakla beklemeye başladım.