Lenovia Nephilium Bar &. Cafe Quella Sahibesi
Gerçek İsim : Ilgın. Mesaj Sayısı : 161 Kayıt tarihi : 30/07/11 Yaş : 27 Lakap : Evy, L.
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (89/100) Patronus: Kutup tilkisi
| Konu: Nephilium, Lenovia Çarş. Ağus. 03, 2011 4:12 pm | |
| Rüzgâr kulaklarımda uğulduyor… Dolunay, yıllardır sevgilisine hasret kalmış bir tutsak gibi geceyi kucaklıyordu. Normal bir insanı ciddi bir biçimde rahatsız edebilecek topuklu ayakkabılarımla arşınlıyordum toprak yolu. Gecenin karanlığı ve tatlı kokusu beni sarmalayıp, saklıyordu sanki. Bir şeyler saklayan sadece gece değildi oysa. Eski bir günlüğün sayfaları gibi sararmıştı hayatım. Bir gün, çok yakınlarda bir gün, belki de rüzgârla birlikte savrulacaktı yaprakları. Baharı doyasıya yaşayamamış bir güle verilen cezaydı bu: Solmak…
Üç dakika önce başlamıştı yeni hayatım. Hiç istemediğim ve beklemediğim bir hayat. Hâlbuki kıpkırmızı, hayat dolu bir güldüm ben. Şimdi ise kurumaya terk edilmiştim. Peki bunu hak etmiş miydim? Bir görev verdiler bana. “Sadece yap.” dediler. Ama nasıl yapardım? Bir varlığın hayatını nasıl söküp alırdım ellerinden? Bana yapılanı haksızlık olarak görürken nasıl aynı şeyi ona yapardım? Beni mi sınıyorlardı? Aklımdan bin bir türlü kötü düşünce geçiyordu. Ben içlerinden en kötüsüne sığındım: Sadakatime mi güvenmiyorlardı? İşte bunu yapamazlardı. Kimse beni sadakatim konusunda sorgulayamazdı! Öfke içimde bir çığ gibi büyüyordu. Saçlarım, öfkemle birlikte şiddetlenen rüzgârda dalgalanıyordu. Tüm içgüdülerimi yok sayıp omzumun üzerinden arkaya baktım. Yalanlarla ayrıldığım yere... Bütün yoldaşlığın güveni tamdı, bunu yapabileceğime inanıyorlardı. "Sen de onun gibi olma." demişti Dimitri. Babam ise orada değilmiş gibi bir tavır takınmış, yüzüme bile bakmamıştı. Bunca yıldır her şeyimi uğrunda harcadığım insanlar, birlikte büyüdüğüm insanlar, ailemden saydığım insanlar şimdi benden hiçbir zaman vazgeçemeyeceğim bir şeyin canını almamı istiyorlardı. Fısıldadım: "Ben bunu nasıl yaparım?" Önüme döndüm ve yürümeye devam ettim. İçimde kopan fırtına şiddetlendikçe dışarıdaki de onunla oynamak istiyordu. Bu kasvetli hava eskiden olsa hoşuma giderdi ama şimdi buradan olabildiğince uzaklaşmak istiyordum. Koşup, kaçmak ve bir daha geri gelmemek. Ama bunu da yapamazdım onun gibi ihanet edemezdim. Yoksa sonum, onun gibi olurdu.
Hayır! Bu şaçma düşüncelerden arınmak ister gibi salladım kafamı. Sadece görevime yoğunlaşmalıydım. Görüşüm ne olursa olsun bana verilen görevleri -şimdiye kadar- eksiksiz yerine getirmiştim. Hem de hiç sorgulamadan. Aklımda soru işaretleri belirdi: Yoksa artık sorgulamalı mıyım? Yaşananlar yaşanmış, söylenenler söylenmişti. Söz ağızdan bir kere çıkmıştı. Katil… Hiç bana göre bir kelime değildi. Ama yapmamı istedikleri şey bu değil miydi? Öldürmek. Yapmak istemediğim şeyler uğrunda sahip olduğum her şeye sırtımı dönebilir, onlara ihanet edebilir miydim? Belki de sadece tek başıma kaçmalı, uzaklaşmalıydım buralardan. Artık kimseyle görüşmemeli, kendime yeni bir hayat kurmalıydım. Toprak yolun gazabına uğradım en sonunda. Zihnimde verdiğim savaş dış dünya ile olan bağlantımı koparmıştı yine. Dikkatsizliğim sonucunda bileğim burkulmuş ve ayakkabımın topuğu kırılmıştı. Canım yanıyordu, şimdilik. Ama bana söyledikleri şeyi yaparsam ömür boyu yanacaktı.
Çimle kaplı alana geldiğimde ayakkabılarımı çıkarıp, yere bastım. İçim huzurla doldu. Fakat gördüğüm şey karşısında saniyelik huzurum bir anda yok olmuştu. Simsiyah saçları geceye karışmış, parıldayan gözleriyle şehrin ışıklarını izliyordu. Gözlerim doldu. Ağlamamak için yukarı baktım. Öfkem yerini hüzne bırakıyordu. Küçük bir cam parçası ayağımı kesene kadar yürüdüğümü fark etmedim. Sessizce yanına gitmeye çalışıyordum ama küfretmeden edemedim. Bana bakmadan “Hoşgeldin kardeşim…” dedi. Cevap vermeden yanına gittim ve başımı, onun omzuna dayarken “Bana verdikleri görevden haberin var, değil mi?” dedim. Başımı kaldırıp derin, mavi gözlerine baktım ve cevap vermesini diledim – ilk defa. Susmamalıydı! Aksine her zaman ki gibi sinirli bir tavırla artık onlar için çalışmamam gerektiğini, yoksa sonunun kendisininki gibi olacağını söylemeliydi. Sessizlik geceyi sardı. Korktuğum şey başıma geldi. Her şeyin farkındaydı. Anlık bir dengesizlikle birkaç adım geriledim. “James... Ben… Ben bunu yapamam!” dedim hiddetle. ”Seni öldüremem!” Karmakarışık duygular yüzünden incelen sesim aramızdaki sessizlik duvarını yıkıp geçmişti. Bir müddet sonra daha da derinleşen gözlerini bana çevirdi. “Bunu ben de yapamam Ely… Ama ikimizden biri yapmak zo…” cümlesini yarım bıraktı. Tamamlamasına gerek yoktu zaten. Her şey çok net ve açıktı. Belli ki ona da aynı şeyi söylemişlerdi. Beni öldürmediği için de hain konumuna düşmüştü. Benim yüzümden mi? Benim için mi aylardır kaçak yaşıyordun?
“O zaman bir şeyler yapmamız gerekiyor.” O tam bir şeyler söyleyecekken elimi kaldırdım ve onu durdurdum. ”Hayır James! Hiçbir şey yapamayız! Bizi bekliyor olacaklardır. Burayı terketmeliyiz. Hem de hemen…” Bakışlarımdaki hüzün sözlerime de yansımıştı. James acıyla titredi. ”Haklısın…” O benden büyüktü. Ama doğru kararları genellikle ben verirdim –ve şimdi de kararları yine ben veriyordum. Benim gibi o da üzülüyordu fakat başka şansımız yoktu. Bu görev ikimizin de sonu olmadan gitmeliydik buradan. Evimizi, ailemizi, eşyalarımızı, her şeyimizi bırakıp gitmeliydik. Artık iyice allak bullak olmuş düşüncelerle James’in Camaro’suna bindim ve sinirle kapıyı kapattım. “Hop, yavaş ol. Ne olursa olsun hayatımdaki iki kızdan biri o! Onu incitme.” Tanrım… Bu çocuk hala espri yapabiliyorken biz ancak gülmekten ölebilirdik. Şaka maka James’in bu tavrı ortamı yumuşatmaya yetiyordu. O da biraz keyiflenmişti. Arabasının yakınında olmak onu her zaman keyiflendirirdi zaten. “Hayatınızdaki diğer kız kim ağabeyciğim?” dedim ince bir tonla. “Sen tabi ki yaramaz şey!” dedi bir eli direksiyondayken diğer eliyle saçlarımı karıştırarak. Bu hareketi her zaman en çok sevdiğim şeylerden biri olmuştu. Hâlihazırda dağınık olan saçlarım, şimdi daha da dağılmıştı. Elimle saçımı düzeltmeye çalışırken James ani bir frenle arabayı durdurunca az kalsın ön camdan dışarı fırlayacaktım. “Hey, ne oluyor?” diye bağırdım. Eliyle bana sus işareti yapıp arabadan indi ve üç katlı malikânemizin kapısına doğru ilerledi. Belinden silahını çıkarttı ve ayağı ile kapıyı itti. Bunu anlaması için içeriye girmesine gerek yoktu: İçeride birileri vardı. Ben de çantamdan silahımı çıkarttım. Arabadan inmeden önce anahtarları alıp cebime attım. Sessizce –artık ne kadar sessiz olabilirse- arabanın kapısını kapatıp çıplak ayaklarla James’in yanına gittim. Birlikte içeri girdik.
Yarım saat sonra yine aynı yerdeydik. Sandığımızın aksine evde kimse yoktu. Ama sanki koca malikânenin içinden hız treni geçmiş gibi her yer, her yerdeydi. Çalınan bir şey de yoktu. Demek ki hırsız da girmemişti. Tekrar etrafa bakarken gözüme bir kutu takıldı… Orada olmaması gereken bir kutu… Çabuk adımlarla yemek masasına doğru yürüdüm ve kutuyu elime aldım. Tahta kutunun üzerindeki oymaları görünce öfke ve korku arasında bir duyguyla irkildim. Kutunun içindeki dikenli gül ile kaplı keman desenli silahı gördüğümde ise kutuyu yere düşürdüm. Bu yoldaşlığın mührüydü ve yalnızca yoldaşlık üyeleri mührü görebilirdi. Düşmenin şiddetiyle fırlayan silah James'in ayaklarının dibinde durdu. Donuk bir yüz ifadesiyle “Eşyalarını toparla ve yarım saat içinde dışarı çıkmış ol!” diye bağırdı. Kelimeleri, benim bile daha önce görmediğim bir öfkeyle, kesik kesik çıkıyordu dolgun dudaklarının arasında. Onu daha fazla sinirlendirmek istemediğim için hemen yukarıya çıkıp bavulumu toparladım. Onun odasına da gittim fakat o zaten hazırlanmıştı. Hayretler içinde aşağıya indim. “Bavulunu kendi kedine hazırladığına inanamıyorum.” diyecektim ama sonra vazgeçtim. Ayağıma spor ayakkabılarımı geçirdim ve kendimi evden dışarı attım. “Ev” diyorum ama burası bundan sonra da “evim” olacak mı diye düşünmeden de edemiyorum. Öncekinden daha nazik bir hareketle arabanın kapısını kapattım. James de bavulumu kendisininkinin yanına koydu ve arabaya bindi. Hızlı davranıyordu. Endişelenmiyor değildim ama ona olan güvenim sonsuzdu. Her ne kadar yoldaşlığa olan sadakati sorgulanabilir olsa da bana sırt çevirmezdi. Ben de ona bunu yapamazdım. Zaten bu yüzden iki yıldır kendi evimde bile yarı görünmez şekilde yaşıyordum, sırf yaklaşık bir buçuk saat önce aldığım görevi almamak için. Ama doğal döngü bu değil mi? Öğretmen her zaman parmak kaldırmayan öğrenciyi sözlü yapar. Bu da benim sözlümdü ama öğretmenin karşısına çıkacak cesaret bende yoktu. Şimdi son kez evime bakıyordum. Bütün hayatım burada geçmişti. İyi, kötü bütün anılarımı burada yaşamıştım. Burada birilerini kaybetmiş, burada birilerini kazanmıştım. Ama artık şuan hepsi arkamda bıraktığım birer anıydı. Bu adil miydi? Hiç sanmıyorum. | |
|
Valeria Nerissa Wesley Sihirli Yaratıkların Bakımı Profesörü
Gerçek İsim : Ebru. Mesaj Sayısı : 1504 Kayıt tarihi : 13/09/09 Yaş : 30
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (100/100) Patronus: Beyaz Leopar
| Konu: Geri: Nephilium, Lenovia Çarş. Ağus. 03, 2011 6:04 pm | |
| Betimleme: 28 / 30 Paragraf Düzeni: 4 / 5 İmla Düzeni: 7 / 10 Anlatım: 37 / 40 Kurgu: 13 / 15
Puanınız, 89. Keyifli roleplayler... ^^ | |
|