Spencer Noble Slytherin IV. Sınıf
Gerçek İsim : Başak. Mesaj Sayısı : 14 Kayıt tarihi : 03/09/11
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (83/100) Patronus: Jaguar
| |
Spencer Noble Slytherin IV. Sınıf
Gerçek İsim : Başak. Mesaj Sayısı : 14 Kayıt tarihi : 03/09/11
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (83/100) Patronus: Jaguar
| Konu: Geri: God Smiles.. Ptsi Eyl. 05, 2011 10:57 pm | |
| Yazın kavurucu sıcağının hissedildiği öğleden, güneşin batışı yaklaştıkça tabiat, sanki insanların hayatındaki tüm neşeyi emen ve geriye sadece pişmanlığı, üzüntüyü ve insanın iliğine işleyen acıyı bırakan ayrılığı hissetmiş olmalıydı. O ayrılık Spencer’ın sol yanında bir acıya neden oluyordu. Başındaki şapkayı, yüzüne tutarak gözlerini güneşin keskin ışınlarına dikmiş, Marge Halasının şaşalı bahçesinde boş boş oturuyordu. İçini kemiren düşüncelerden uzaklaşmak istiyor, zihnini bundan daha az önemli olan işlerine yoğunlaştırmak için büyük bir çaba sarf ediyordu. Örneğin bu sene gireceği SBD.. Üstünde büyük bir baskı seziyordu. Halası ve babasının bulanık akrabalarının nasihatlerinden bıkmıştı.
“Sp, yemek” Bulutların arasında tüm evreni aydınlatan güneşten bir, iki saniye gözlerini ayırıp buruşuk yüzlü, yaşlı halasına baktı. “Ben tokum” Onlara muhtaç olmadığını göstermek için yırtınıyordu, gidecek bir yeri olsa hiç düşünmeden evi terk ederdi. Yıllardır halası ve onun muggle eşiyle yaşıyordu, bu yeterince iğrençti. Onun için bir zamanlar saplantı haline gelmişti, rüyasında arkadaşlarının bunu öğrendiğini ve onunla dalga geçtiklerini görmüştü. Gözlerini kısarak, terasta oturmuş büyük bir iştahla önündeki yemeği yiyen muggle eniştesine dikti. Spencer’a her zaman nazik davranmıştı, ancak bu onu sevmesi için yeterli değildi. Ne yapacağını biliyordu, halası buna ne kadar karşı çıksada gidecekti. Onu etkileyeceğini düşünüyordu, daha küçük olduğunu. On beş yaşına gelmişti, bunun için geç bile kalmıştı.
* Godric’s Hallow’u her zaman ürkütücü bir o kadar da şirin bulmuştu. Küçük bir büyücü köyü olan Godric’s Hollow; zihninde annesinin ve babasının mutlu günlerinin canlanmasına neden oluyordu. Sanki dün gibiydi. Kilisenin hemen arkasındaki küçük evlerindeydiler. Mutlulardı, ya da bu sadece bir oyundu. Yüzlerine taktıkları sahte bir maske.. Gece onların sesleriyle uyanmıştı. Annesi o tiz sesiyle babasını azarlar gibiydi. Spencer korkmuştu, tir tir titriyordu. Bir şeyler yapmak istiyordu ‘Lütfen anne, kavga etmeyin’ demek istiyordu, gözyaşları yanağında usulca süzülüyordu. Sessizce yatağından kalkmıştı ve parmak uçlarında odasından çıkmıştı. İşte oradalardı, babası gözlerini kuş desenleri olan halıya dikmiş, sessizce oturuyordu. Annesi ise, odada dolanıyor, babasını azarlıyordu. “Bizi, beni böyle yarı yolda bırakamazsın Rick. Biz senin aileniz, seçimlerin yanlış” Spencer, annesini daha önce hiç böyle görmemişti. Ellerini belinde birleştirmiş, sinirle babasına bakıyordu. Kötü bir şeyler olacağını o zaman anlamıştı. “Üzgünüm Elisa, seçimimin doğru olduğu kanısındayım” Elisamarie, gözlerini kısarak son bir kez aşık olduğu adama baktı, son bir kez. Asasını dar pantolunun cebinden, kararlı bir şekilde çekti ve hiç duraksamadan o korkunç laneti fısıldadı. “Avada Kedavra” Yeşil bir ışık bulutu oluştu, ve her şey anlamını yitirdi.
O günü unutmak, bir an olsun aklından çıkarmak istiyordu. Elisa’ya acıyordu sadece, St.Mungo’ya gittiğinde Sp’yi tanımıyordu bile. Başka birisine olsaydı Sp hiç acımadan gülerdi, ancak o annesiydi, öz annesi.. Kilisenin keskin çanıyla yerinde sıçradı. Mezarlığın önünde duruyordu. Sanki beyni ona komut vermeden, bedenini hareket ettiriyor gibiydi, ruhu başka yerdeydi. Mezarlığın paslanmış, demir kapısını ses çıkarmamaya çalışarak açtı. Daha önce hiç gelmemenin verdiği korku bedenini sarmalamış, tir tir titremisine yol açmıştı, belki de bu sert esen rüzgardandı ancak Sp’ye öyle gelmiyordu. Mezarların arasında sessizce dolaşmaya başladı, ‘Rick Noble’ yazan taşı arıyordu. Bir yandan korkuyordu, ağlamaktan.. Ağlamaktan nefret ederdi, ağlasa bile kimseye belli etmeden, sessizce ağlardı. Kendisini küçük sümüklü bir veled görünümüne sokmak istemiyordu. O yazıyı gördüğünde içi parçalandı sanki. Gözleri dolmaya başlamıştı bile, etrafına bakındı kimse yok gibiydi. Babasının mezarının yanına çömeldi ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. “Her şey için öyle üzgünüm ki baba, keşke o güne dönebilsek ve ben anneme engel olabilsem.. Eski günleri çok özlüyorum, seni çok özlüyorum.. Aslında her şeyi özlüyorum, bazen bunun sadece kabus olduğunu falan düşünüyorum, ama her şey gerçek ve ben bundan nefret ediyorum. Sen her zaman benim kahramınım oldun, cesaretinle, sabrınla, en önemlisi de o güzel kalbinle. Seni çok seviyorum babacığım” 'Babacığım' kelimesini bastırarak söylemişti, içini dökmek, hiç olmadığı kadar iyi gelmişti ona. Hırkasından asasını çıkardı ve babasının mezar taşına doğru salladı, birden babasının en sevdiği çiçekler belirdi. Evleri orkidelerle doluydu eskiden, annesi bundan ne kadar rahatsız olsada, babası pek umursamazdı. “Buna ihtiyacın olabilir” Sp’nin hemen arkasında durmuş, ona bakan oğlan, elinde ki mendili ona uzatıyordu.
| |
|
Francois Marjorie Ravenclaw V. Sınıf
Gerçek İsim : Batuhan Mesaj Sayısı : 481 Kayıt tarihi : 05/01/10 Yaş : 28
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (91/100) Patronus: Baykuş
| Konu: Geri: God Smiles.. Salı Eyl. 06, 2011 5:51 am | |
| İşte tatili onun için bitiren gün gelmişti. Kafa dinleyip, rahatladığı ve kitap okuduğu tatil bitmiş artık onlar yerine yas tutma zamanı gelmişti. Ama bu yıl bir değişiklik hissediyordu. Her yıl üzerine çöken kasvet ve karamsarlık bu yıl onu es geçmişti. Bundan her hangi bir şikayeti yoktu ama nedenini merak etmiyor değildi. Belki artık ailesinin ölümüne alışmıştı. Düşüncesi bile kendinden nefret etmesine neden oldu. Onların yokluğuna alışmak, onların ölümünü kabul edip onlarsız bir hayat yaşamak istemiyordu. Yokluklarına alışırsa kalbinden uçup gitmelerinden korkuyordu. Onlarsız bir hayat yaşamaktan korkuyordu. Rüyalarında bile olsa onları görmek, onlarla konuşmak Francois'e hep iyi geliyordu. Yokluklarını kabullenirse rüyalarında da öleceklerinden korkuyordu. Bu yüzden ona ne kadar acı verse bile onları asla unutmayacak ve asla kalbinden çıkarmayacaktı.
Kahvaltıda her zamanki gibi Henry bütün hünerlerini sergilemişti. Kuş sütü eksik denilebilecek bir sofra hazırlamıştı. Sofra her ne kadar çok güzel olsa da mutfakta bir karamsarlık vardı. Bu karamsarlık daha önce onu hiç sıkmamıştı. Çünkü bundan önce kendisi de karamsardı. Şimdiyse her şey ona farklı geliyordu. Kardeşi ve Henry’nin üzüntülü yüzleri yaralıyordu sadece kalbini. Sadece değil tabi ki anne ve babası için hâlâ üzülüyordu fakat eskisi gibi değil. Hani bir an gelir ve içinden bir ses artık devam etmelisin der işte Francois o ses ile mücadele ediyordu. Ve kendide biliyordu ki kazanamayacağı bir savaşa girmişti. İçten gelen sesleri anlık olarak görmezden gelebilirsin veya susturabilirsin ama o ses hiçbir zaman kalbinden silinmez ve sonunda seni ele geçirir. İşte o zaman ya gerçek dünyayı görür ve eğlenmeye başlarsın, ya da dünyaya olan sinirinin artığı gibi artık kendine de sinir olmaya başlarsın. Bir birine tamamen uzak iki durum var ve böylesi durumlar Francois için gerçek karmaşayı ifade ediyordu. Hayatının normal olmasını isteyen biri için çok sıra dışı bir hayatı vardı. Çok fazla bir aksiyon olduğu söylenemezdi ama istediği normallikte değildi. Ya da belki içten içe hayatının renkli olmasını istiyordu. Gezmek, eğlenmek ve içmek istiyordu. Zaten son zamanlarda çok fazla içmeye başlamıştı. İlk önce Euterpe ile gittiği partide ve daha sonra Diagon yolunda ziyaret ettiği birkaç barda sarhoş olmuştu. Ama şuan atlatmış gibiydi ve böyle gitmesini umuyordu. Bu sırada Henry’nin gözlerini hiç ondan ayırmadığı fark etti. Henry ile göz göze geldiklerinde yine aynı şey oldu. Henry sanki zihinfendardı. Yine neler düşündüğü biliyor gibi bir yüz ifadesi takındı. Bu huyundan nefret ediyordu ona sadece birkaç dakika bakması ile neler düşündüğünü yarım yamalakta olsa anlıyordu. Henry, ilk önce yemeğini bitiren Jasper’a döndü ve ona yukarı çıkmasını işaret etti. Jasper her ne kadar yaramaz bir çocuk olsa da Henry’nin sözünü her zaman dinlerdi. Jasper yukarı çıkınca Henry her zaman yüzünde bulunan gülümseme ile Francois’e döndü. Bir süre sadece Francois’e baktı Henry. Sonra o kendinden emin ve karşısındakine güven veren sesiyle konuşmaya başladı. “Francois, artık büyüdüğünü kabul ediyorum. Artık düşüncelerin ve davranışların değişecek bunu da kabul ediyorum ama benim sözlerime azıcık olsa güveniyorsan sakın ama sakın annen ve babanın senin kalbinden çıkacağını düşünme. Şimdi bu yıl mezarlığa tek başına gitmelisin bence. Git ve orada düşün.” Francois hiçbir şey söylemedi, söyleyemedi. Sadece ona bakarak gülümsedi ve yerinden kalkıp odasına gitti.
Godric’s Hallow’a karşı hep bir sempati beslemişti. Yazın sıcaklığında eskisi gibi şirin bir yer olarak görünmese de onun aklında Godric’s Hallow her zaman karlarla kaplı o güzel yer olarak kalacaktı. Elinde iki demet çiçek vardı. Birisi annesinin en sevdiği çiçek olan gül, diğer ise babasının evlerinde sulayıp, büyüttüğü çiçek olan begonyaydı. Üzerinde tamamen siyah bir takım vardı. Sadece gömleği beyazdı. Yazın sıcağında siyahlar içinde mezarlığa doğru ilerliyordu. İlerlerken eski hatıralarını düşünüyordu. Eski güzel günler. Annesi ve babasıyla geçirdiği kısa zamanı hatırlıyordu. O kısa zamanda bile çok güzel anıları olmuştu. O kısa zamandan sonra gelen uzun hayatında bile öyle güzel anılar edinememişti. Onları özlüyordu ve onları hâlâ çok seviyordu. Rüyalarında onlarla konuşuyor, onlarsız geçen çocukluğunu yaşıyordu. Ama rüyadan uyanınca yine hüsrana uğruyordu. Annesiz ve babasız hayatına geri dönüyordu. Sadece kardeşi ve Henry’nin olduğu bir hayat. Onları da çok seviyordu fakat asla anne babasının yerini tutmuyorlardı. Francois, mezarlarının yanına gelmişti. Marq ve Sophie Marjorie. Mezarların üzerine çiçekleri bıraktı ve gülümseyerek mezar taşlarına baktı. İlk defa mezarlarının başında gülümsüyordu. Evet, artık ölümlerini aşmıştı ama sandığı gibi onları unutması gerekmiyordu. Üzerindeki kasvet ve keder artık kalkmıştı ama hâlâ onları seviyordu. O annesi ve babasının mezarına bakıyor ve yüzlerini gözünün önüne getiriyordu. Annesini güzel ve pürüzsüz yüzünü getiriyordu gözünün önüne. Babasının çoğu zaman neşeli, kızdığı zaman ise oldukça otoriter yüzünü getiriyordu. Ailelerini hep bir arada olduğu yılları hatırlıyordu. Annesi hep güler yüzlüydü. Onun hiç somurttuğu görmemişti. Şimdi bir oğlunu görse… Hep kendine benzettiği oğlu şimdi asık suratlı biri olmuştu. Ama bunun dışında hiçbir zaman ikisini üzecek bir hareket yapmamıştı. O sırada annesi ve babasının bir mezar arkasında olan ve bir kız gördü. Bir mezarın başında ağlıyordu. Sırtı Francois’e doğru dönüktü. Kızın ağlamasına daha fazla dayanamayarak ağır adımlarla kızın arkasına ilerledi ve mendilini uzatarak “Buna ihtiyacın olabilir.” | |
|