Efrain F. Mytquise Sihir Tarihi Profesörü
Gerçek İsim : Sercan. Mesaj Sayısı : 73 Kayıt tarihi : 13/08/11 Yaş : 32 Lakap : Sadece bir kişi ona bir kere Freddy demişti.
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (94/100) Patronus: Kılıç Balığı
| Konu: Efrain F. Mytquise Paz Ağus. 14, 2011 12:01 am | |
| Genç adam, geniş yatağında bir ölüyü andıracak bembeyaz yüzüyle uzanmış yatıyordu. Kanı çekilmişti sanki. Gözlerinin altındaki belirgin morluklar yaşadığı onca gereksiz senenin acısını bir çırpıda anlatır gibiydi. Diyecek hiçbir şey kalmamıştı onun için. Belki de ölüydü. Ama yaşasa da, kalbinin atmasından başka hiçbir farkı olmayacaktı yıllar önce ölmüş dedesinden. Her büyücü çocuğunun bildiği bir masal vardır. Ozan Beedle’ın yazdığı “Büyücünün Kıllı Kalbi”. İşte o masaldakiyle aynı durumdaydı yüzüne un atılmışçasına yatağına serilen genç. İbareye dikkat “genç”! Fiziki anlamda gençti ama ruhu milyonlarca yıldır yaşayan ve her tarafı pörsümüş bir ihtiyardan farksızdı. Gençti! Yüzünde daha bir tane sivilce çıkmamıştı. Ve dudakları, daha hiçbir kadının dudaklarının tuzunu tadamamıştı. Her ne kadar büyücü dünyasında yaşasa da, hakikatin kendisi kadar gerçek olan sonla karşılaşacaktı; ölümle!
Ama umulanın aksine herkesin içerisinde bir umut vardı. Etrafında kimse yoktu ama. Çoğu zaman yalnız insanlar için hiç kimse herkestir aslında. Havanın her zerresi bir insandır. O önüne perde çektiğiniz gözleriniz eğer bakarsa bu her tarafı çürümüş ve sarmaşık sarmış, iğrenç kokulu odaya görebileceğiniz tek şey; işte bu gençtir. Ama o perdeyi yarılamayı başaranlar buradaki herkesi görebilir. Havayı, hücreyi, atomu, molekülü… Ve hatta melekleri bile. Evet, melekleri.
O perdeyi tamamen kaldırmayı başaranlar ise, acı sonu da görür. Elinde tırpanla uzakta duran bir melek daha vardır. Ve yanında da iki yardakçısı! Evet, tam da tahmin ettiğiniz gibi o Azrail’dir. Dünyaya bakın. Bu mavi küre içerisinde oldukça var ki o ve onun gibilerden! Azrail sadece ilahi kudretle donatılmış bir emir kulu. Ama bunu zevk için yapan, ilahi kudretten yoksun insanlar da var! Evet, var! İşte her yerdeler! Bu belki paranoya belki de hakikat. Ama aramızdan hangimiz diyebiliriz ki, Cebrail şeklinde bir Azrail’den kazık yemedim? Belki de Azrail’lerden! Burası da muamma! Ama her zaman bilinen bir şey var ki, hepimiz bu lanet olasıca şeyi yaşadık. Neyi mi? İhaneti elbette, daha da açalım. Dostlarımız bize hiç mi ihanet etmedi? İbare yanlış oldu. Dost bildiklerimiz bize hiç mi ihanet etmedi?
Gözlerinizin önündeki perdeyi ağır adımlarla açmaya başlıyorumdur umarım. Benim kim olduğumu sorgulamayın yeter ki, yeter ki susun! Açmayın ağzınızı. Bilgili olanlarınız; statükoculuk veya diktatörlük bu diyebilir. Ve alaylı olanlarınız da her şeye inatla gülümseyip “Hadi lan oradan!” diyebilir. Şöyle düşünün. Ben sizin yardımcı meleğinizim. En azından beyninize öyle kazıyın. Öyle kazıyın beni. Tıpkı tanrıyı sorgulayamadığınız gibi beni de sorgulayamayın. Her dediğimi yapın, ne zararı olabilir ki? Hiç tanımadığınız bir dilenciye para vermekte en ufak bir mahsur tanımayan sizler, neden hiç görmediğiniz bir meleğin dediklerini yapmayasınız ki?
Çocuğa dönelim. Çocuk hala yatağında uzanmış, canını vermeyi bekler gibi. On dakika geçti. Arada tek bir fark var. Ömrünün baharında daha yeşermemiş bir fidan olan bu gencin, parlak ve dolgun dudakları kurumuş! Ölüm gittikçe yaklaşıyor. Ve Azrail, sanki bir ruh emiciymişçesine tüm mutluluklarını emiyor çocuğun. Çocuğun gözleri kapalı, düşünüyor. Veya uyuyor. Ya da bir rüya görüyor. Gördünüz mü? Yine bir muammaya düştük. Şu bilinmez şeyler ve bir sürü olanağı olan dünyanın canı cehenneme demek mi geldi içinizden? Tutmayın! Deyin, çekinmeyin. Bin bir türlü hali olan bu dünya, size nasıl bir mutluluk sundu ki şimdi vefalı davransın size? Siz insanlar hiç düşünmez misiniz? Düşünmekten mi acizsiniz yoksa hepiniz körü körüne bir inanca bağlı dogmatik psikopatlar mısınız? Ah pardon! Bilemediniz değil mi? Muallâka düştünüz yine. Aslına bakarsanız bu benim için oldukça sevindirici bir durum. Bir şeyi öğrenmenin yolu tartışmaktır değil mi? Düşünüyorum da yine bana ithamlarda bulunuyorsunuz. Anarşist diyeniniz vardır elbette. Ama düşünüyorum diğerlerinizin ne dediğini; “Anarşik herif!”, “Pis gomünist!” Doğru değil mi? Hadi inkar edin. Edemezsiniz! Unutmayın körü körüne bağlandığınız şeyler size doğruyu söylemeyi emreder. Emirlere uymalısınız. Köpekler gibi! Yalan deyin bana? Biriniz cevap verebilir mi sorularıma? Hepinizde aynı safsata! Neden yapıyorsunuz? “Tanrı öyle diyor çünkü!”
Ah, sizin ne düşündüğünüzü anlayabiliyorum. Yardım ediyorum, hakaret ediyorum. İstesem istediğimi yaptırmaya da muktedirim. O zaman benim sizin tanrınızdan, Buda’nızdan veyahut Allah’ınızdan ne farkım var? Ben de hepsi gibiyim. Gücü tartışılmaz! Ve anlaması zor! Görülmeyen ama duyulan! Benim de müritlerim var. Bana tapanlar da var. Benim bütün gün bağdaş kurup bir şeyler mırıldanan bir adamdan ne farkım var? Ya da halkıyla birlikte direnen Mao’dan? Ya da tahta sabanlarla aldığı Sovyetleri, mekanik füzelerle donatan Stalin’den? Kızılderilileri katleden Washington’dan? İstanbul’a sürgün edilen Troçki’den? Ya da bir cumhuriyet yaratan Mustafa Kemal’den? Yine cevapsız bir soru. Ama konu ben değilim. Benim burada olmam sadece laf-ı güzaf. Önemli olan sizsiniz. Sizler, sizlere aklınızı kullanmayı öğretmek.
Başlayalım ilk soruya. Neden inanıyorsunuz? Daha buna bile cevap vermekten aciz olanlarınız var. Ya da başka bir soru! Tanrı kimdir? Nedir? Ne iş yapar? Bunları da geçtim. Anneniz, babanız, vefat eden her yakınınızın canı o kudretli, gücü akla hayale sığmayacak yüce tanrıya ne kazandırır ki? Ve siz, fakirler! Hepiniz açlıktan geberirken tanrınız neredeydi? Ve sen, sen kızım! Kızım dediğime şaşırma. 50 yaşındasın ama ben dünyanın ta kendisiyim. Evet, kızım! Senin kızının bekâretini, 16 yaşındayken almamış mıydı kilisenin papazı? Ve sen adam! Meyhaneci. Senin kızın değil miydi keşişlerin kıllı kollarında kıvranan kız. Ve sen evet sen! Sen hiçbir Türk şairinin yazdığı muhteşem bir şiiri okudun mu? Okumadın değil mi? Haydi okuyayım size. Bakın işte bunu dememle başlamam bir oldu. Şiirin adı; Fakir Şimal Kilisesinde Şeytan ile Rahibin Macerası!
İlkönce yağmurla sonra birdenbire açan güneşle başlamıştı sabah. Henüz ıslaktı asfaltın solundaki tarla. Harp esirleri çoktan iş başındaydılar. Topraktan nefret duyarak — halbuki köylüydü birçoğu — tıraşlı ve korkak çapalıyorlardı patatesleri. Suluboya, solgun resimleri hatırlatıyordu insana köy kilisesinden gelen çan sesleri. Pazardı. Kilisede erkeklerin hepsi ihtiyardı kadınların değil, içlerinde büyük memeli kızlar, ve sarı saçlarına ak düşmemiş anneler vardı. Maviydi gözleri. Başları önde, kalın, kırmızı ve harap parmaklarına bakıyorlardı. Terliydiler. Haşlanmış lahanayla günlük kokuyordu. Kürsüde muhterem peder «beyannameyi» okuyordu, — gözlerini gizleyerek —. Renkliydi pencere camlarından biri. Bu camdan içeri giren güneş duruyordu genç bir kadının bembeyaz ensesinde eski bir kan lekesi gibi. Ve hiçbir zaman doğurmamış olan göğüssüz ve kalçasız bir Meryem'in kucağında bir çocuk : başı öyle büyük o kadar inceydi ki kıvrılmış bacakları hazin ve korkunçtu. Önlerinde kandil yanıyordu eski sert ve boyalı tahtayı aydınlatıp... İki adam boyundaydı tahta heykel. Şeytan saklanmıştı arkasına — kaşları çekik, sakalı sivri, Mefistofeles olması muhtemel,—- ve âlim bir tebessümle dinliyordu muhterem pederi. «— Avrupa'nın bekası, (okuyordu beyannameyi muhterem peder) Avrupa'nın bekası için harbediyoruz.» Dinliyordu Şeytan sivri sakalında keder ve âsi ve selîm aklına dayanılmaz bir ağrı vermekteydi yalan. Okuyordu rahip : «— Avrupa milletleri el ele verip harbediyoruz, ve mutlak imha edeceğiz medeniyet için tahripçi bir unsuru.» Şeytan bir parça yana itti Meryem'in heykelini ve havada sihirle efsun alâmetleri daireler çevirip kaldırdı elini rahibe doğru — etsizdi, uzundu bu el, hakikat gibi, kemikli ve kuru —. Ve ne olduysa o anda oldu işte. Renkli camın altındaki kadın çırılçıplak göründü kıpkırmızı güneşte. Memeleri ağırdı ve sarı ipek gibi parlıyordu karnının altında tüyler. Düşürdü kâadı muhterem peder ve Şeytan'ın iğvasıyla hakikati bağırdı : «— Karşı koymak günü geldi en büyük tehlikeye. Harbediyoruz, fuhşun bekası için, kerh*ne kapıları kapanmasın diye. Ve sen orda, arkada içinde beyaz entarisinin bir erkek çocuğu gibi duran, sen or**pu olacaksın kızım. Sana firengi ve belsoğukluğu verecekler büyük şehirlerimizden birinde. Baban dönmeyecek Yatıyor şimdi yüzükoyun çok uzak bir toprağın üzerinde. Şimdi kan içindedir etli, kalın kulaklar ve ince kollarının dolandığı boyun. Yattığı yerde yalnız değil. Hareketsiz duran tanklarla, terk edilmiş toplar sahada.» Kendi sesinden ürkerek sustu rahip. Orda, arkada, beyazlı kız ağlıyordu. Kadife ceketli bir erkek — ihtiyar orman bekçisi civar çiftliğin — bir şeyler söylemek istedi. Sivri sakalını kaşıdı Şeytan, rahibe : «Devam et,» — dedi. Ve muhterem peder başladı tekrar konuşmaya : «— Harbediyoruz : pazar ve mal nizamının bekası için. Kömür, lâstik ve kereste, ve kendi değerinden fazla yaratan iş kuvveti satılmalıdır. Patiska, benzin buğday, patates, domuz eti ve taze gümrah bir sesin içindeki cennet satılmalıdır. Güneşli bahçesi ve resimli kitapları çocukluğun ve ihtiyarlığın emniyeti satılmalıdır. Şan, şeref ve saadet, ve kuru kahve topyekun pazar malı olup tartılıp, ölçülüp, biçilip satılmalıdır. Harbediyoruz : harbi bitirdiğimiz zaman aç, işsiz ve sakat — harp madalyasıyla fakat — köprü altında yatılmalıdır...» Yine sustu muhterem peder. Şeytan emretti yine : «— Naklet onun macerasını, o ne idi, ne oldu, anlat...» Ve anlattı rahip : «— Onu hepiniz hatırlarsınız, toprağın içindeki bir patates tohumu gibi fakir, çalışkan ve neşesiz geçti çocukluğu. Sonra uyandı birdenbire on yedi yaşına doğru. Yine fakirdi, çalışkandı. Fakat aylarca gidip bulutsuz bir denizde altında sönük yelkenlerin sanki çok sıcak bir sabah ufukta apansızın yeni bir dünya keşfeder gibi buldu neşeyi... Mahallede sesi en güzel olan insandı ve en güzel mandolin çalan. Hatırlıyorsunuz değil mi size doğru gelen dostluğunu kocaman, kırmızı elinin ve mavi kurdelesini mandolininin?.. İçinizde kimin kalbini kırdı, kime yalan söyledi, sarhoş olduğu vaki midir, ve kiminle dövüştü? Çocuklara saygısını ve ihtiyarlara şefkatini inkâr edebilir miyiz? Belki biraz kalın kafalı fakat kalbi bir balık yavrusu gibi temiz onu geçen sene harbe gönderdik. Şimdi gerilerinde cephenin işgal altındaki bir köyün odasındadır. Baygın bir kadının ırzına geçmekle meşgul bir tahta masanın üzerinde. Beli çıplak pantolunu dizlerinde başında miğfer ve ayaklarında kısa, kalın çizmeler. Yerde iki çocuk ölüsü yatıyordu direkte bağlı bir erkek. Dışarda yağmur yağıyor ve uzaktan uzağa motor sesleri. Kadını masadan yere iterek doğrulup çekti pantolonunu... Halbuki hepiniz hatırlarsınız onu, hatırlıyorsunuz değil mi size doğru gelen dostluğunu kocaman, kırmızı elinin ve mavi kurdelesini mandolininin?» Yine birdenbire sustu muhterem peder. (Susabilmek bir hünerdir insanın ağzından çıkan sözler kendine ait olmazsa.) Fakat tahta Meryem'in arkasından yine emretti Şeytan : «— Rahip, devam et,» — dedi. Ve devam etti rahip : «— Harbediyoruz. Çalıştırılan insan yığınları birbirine devrederek zinciri, karanlık ve ağır, beton künklerin içinde akmalıdır. Ve sen kocakarı — ön safta, solda, diz çöküp yüzü eski bir kağıt gibi buruşuk olan — seni temin ederim ki kilise kapısında oynayan torunun — beş yaşında, başı altın bir top gibi yuvarlak — dedesi, senin kocan, babası, senin oğlun ve komşuların gibi kömür ocaklarında çalışacak. Hiçbir şeyi ümit etmemeyi öğrensin. Bu maksatla uçuyor bombardıman birliklerimiz tasavvur edilmeyecek kadar çok ölüm taşıyıp iki gergin kanatla. Ve motorlarına benzinle beraber belki bir parça keder dolarak (öldürenlerde tevehhüm edilen keder gibi bir şey), uçuyor av kuvvetleri himayesinde olarak bombardıman birliklerimiz birbiri ardından giden dalgalar halinde... Harbediyoruz : öldürdüklerimizin sayısı — bizden ve onlardan aralarında meme çocukları da var — şimdilik beş altı milyon kadar. Harbediyoruz : kundak bezinin çeşidiyle belli olmalı herkesin yeri. Harbediyoruz : parlasın edebiyen diye sabah güneşlerinde hapisane demirleri...» Hakikat çok taraflıdır. Fakir bir Şimal kilisesinde — Şeytan'ın iğvasıyla da olsa — fakir bir papaz onu o kadar uzun anlatamaz. İnzibat kuvvetleri aldı haberi — kadife ceketli orman bekçisinden — gelip indirdiler kürsüden muhterem pederi. Ve asfalt yolun üzerinde arasında silâhlı iki adamın giderken muhterem peder Şeytan baktı arkasından : çekik kaşlarında ümit ve sivri sakalında keder.
Evet, insanlar! İşte tüm şiir böyle! Şimdi söyleyin bana siz kime inanıyorsunuz? İşte bunu dememle herkesin hep bir ağızdan; hiç kimseye diye haykırması bir olmuştu. Size açıklayabilirdim sanırım. Ben kim miyim? Şeytanın ta kendisi! Ve bir cenazeden bin ateist daha çıkarmayı başardım. İşte bu yüzden size uyarım, gördüğünüz gibi ben tanrıdan daha da ustayım. Unutmayın onun mantığını bilirim. Çünkü bir zamanlar bende onun meleğiydim. Şimdi bir ayağım yok, tipim kayık ama hala işe yarıyorum. Ve zevk de alabiliyorum hayattan, kadınlardan! Daha ne isterim ki? Yaşayan insanların yarısından fazlası elimde! Hepsi sapkınlık içerisinde! İşte bu benim. Ben evren kadar yaşlı, hakikat kadar gerçek ve tanrı kadar güçlüyüm. Ben ateştenim. Ben şeytanın ta kendisiyim!
* Şiirde birçok yazım yanlışı mevcuttur. Bunları düzeltmememin sebebi şiirin orjinal yazılışını korumaktır. Şiirdeki yazım yanlışlarının benimle hiçbir alakası yoktur.
* Kanıtlanabilir. | |
|
Valeria Nerissa Wesley Sihirli Yaratıkların Bakımı Profesörü
Gerçek İsim : Ebru. Mesaj Sayısı : 1504 Kayıt tarihi : 13/09/09 Yaş : 30
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (100/100) Patronus: Beyaz Leopar
| Konu: Geri: Efrain F. Mytquise Paz Ağus. 14, 2011 2:10 am | |
| Betimleme: 28 / 30 Paragraf Düzeni: 3 / 5 İmla Düzeni: 10 / 10 Anlatım: 38 / 40 Kurgu: 15 / 15
Puanınız, 94. Keyifli Roleplayler... ^^ | |
|