Ateş Oku RPG ~~ Hogwarts |
|
| Mazoşist misin sen? | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Constanta Gavriell Ejderha Terbiyecisi
Gerçek İsim : Elif. Mesaj Sayısı : 205 Kayıt tarihi : 25/07/11
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (82/100) Patronus: Çin Ejderi
| Konu: Mazoşist misin sen? Ptsi Ağus. 01, 2011 2:47 am | |
| Onların dünyanın en tehlikeli canlıları olduğu söylenir. Evet, öyledirler. Eğer size alışmamışlarsa veya sizden güven alamamışlarsa dünyanın en tehlikeli canlılarıdır. Onlar sevgi istemez, kendilerine saygı gösterilmesini ister. Onlara yumuşakça dokunursanız korktuğunuzu zannederler. Çok sert dokunursanız da zarar verdiğinizi... Oldukça karmaşık yaratıklardır ancak asillerdir. Onlar insanlık var olduğundan beridir dünyadalar. Onlar kim mi? Ejderhalardan bahsediyorum. Belki de gördüğünüz bir ejderha sizden daha yaşlı olabilir ve yüksek bir ihtimalle, öyledir. Ejderhalara ilgim Mitoloji Profesörümüzün verdiği bir kitap ile başladı. Okulda aşırı yalnız olduğum için tek eğlencem yeni şeyler öğrenmekti. Evet evet, biliyorum. İnek bir öğrenciydim. Dostlarım yok denecek kadar azdı ve çoğusu ile de görüşmüyordum. Mitolojik canlılara olan ilgim o kitap ile başlamıştı. aralarından en beğendiğim ise Ejderhalar idi. Bir gün onlardan birine sahip olmayı her şeyden çok istiyordum ve, daha fazlasına sahip oldum.
Yorulmuşlardı anlaşılan, kanatlarını açmışlar öylece duruyorlardı uçurumun kenarında. Ağızları açıktı. Diyaframdan nefes alıp veriyorlardı. Constanta kayanın üzerinde oturmuş onları izliyordu. Herkesin dinlemeye ihtiyacı vardı. Onları neden eğitiyordu? Açıkçası kendisi bile bilmiyordu. Ancak onlarla ilgilenmek hoşuna gidiyordu. Özellikle "Persephone" adını verdiği siyah ejder ile ilgilenmeyi... Çok akıllıydı. Komutları iyi algılıyordu. Onun üzerinde fazla uğraşmasına bile gerek kalmamıştı. Onu sadece gözcü olarak tutuyordu. Diğer iki ejderhanın ise gerçekten eğitilmesi gerekiyordu. Constanta onlara bakmayı bitirdikten sonra başını yere eğdi. Otlara baktı. Hala grimsi yeşil tonlarındaydılar. Ne zaman yeşil olacaklar, diye düşündü cadı. Birkaç ot parçası kopardı ve onlara dikkatlice bakmaya başladı. Aslında bitkiler hakkında bildiği pek bir şey yoktur. Çünkü ejderhalar genelde ot yemez. Açıkçası ne yediklerine karışmıyor cadı, kendileri avlanmayı doğuştan biliyorlar zaten. Constanta' nın amacı onları evcil yapmak değil, sadece gerekli durumlarda saldırmalarını sağlamak. Bunu da başardığına inanıyor. Constanta elindeki ot demetini yere attı ve ayağa kalktı. Yine başlıyorlardı.
Boynunda bir çıngırak asılıydı. Eğer ejderhalar delirirler ise bunu çalıyordu. Nedenini bilmiyordu ancak, bu çıngırak ejderhaları ilginç bir şekilde sakinleştiriyordu. Persephone' e baktı. Kafası uçuruma dönüktü. Gözleri kapalıydı. Bıyıkları hafifçe uçuşuyordu. Huzurlu görünüyordu. Constanta korkmuyordu. Korkarsa ejderhalar bunu anlarlardı zaten. Onların yanına gitti. Çantasından bir çomak çıkardı. Bu çomak küçüktü. Yani, bir ejderhaya göre ufacıktı hatta. ancak ejderhalar bu çomağı oldukça net görebiliyorlardı. Çıkardığı her sesi duyabiliyorlardı.
"Lala," diye seslendi kırmızı ejderhaya. Çomağı gösterdi. "bunu bana geri getirirsen gitmene izin vereceğim." Çomağı atmayacaktı. Kendisi atlayacaktı. Bu oldukça tehlikeliydi. Ejderha onun peşinden gitmeyebilirdi. Asasını çıkaramayabilirdi. Söyleyeceği büyüyü heyecandan unutabilirdi. kısacası, ölme ihtimali çok yüksekti. Yine de bunu yapacaktı. Çomağı kendine doğru çekti. İleri atar gibi yaptı ve kendini boşluğa bıraktı. Bir meleğin en son hissedeceği şeyi hissetti: düşmeyi.... Kalbinin nasıl çarptığını duyamıyordu. Kalbinin durmuş olabileceğini bile düşündü. Ancak o yaşıyordu. Bu heyecan, paha biçilemezdi. Gözlerini kapatmayı isterdi ancak, ejderha peşinden gelmiyorsa ve yere yaklaştıysa bu oldukça tehlikeli olurdu. Bir kükreme sesi duydu. İnanılmazdı. Yankısı, ormanı alıp götürmüştü adeta ve cadı, kendini ejderhanın kanatlarının üzerinde buldu.
Düşüşü sırtını acıtmıştı ancak bunlar hep olan şeylerdi. Kaç kere yanmıştı kim bilir? Bir süreden sonra saymayı bırakmıştı. İksir profesörleri onu eski haline döndürmek için neler neler yapmışlardı. Ve evet, eski haline dönmüştü. Hemde, eskisinden daha yeniydi. Ejderhaya sımsıkı tutundu. Tekrardan düşmek, heyecan verici olabilirdi ancak amacı ölmek değildi. Ejderha tekrardan yere indiğinde boynunu büktü. Cadının inmesine yardımcı oldu. Constanta yarattığı şahesere baktı. Ona elini uzattı. Ejderha burnunu eline sürttü ve geri çekildi. Constanta gülümsedi ancak bu gülümsemesi kısa kesildi. Persephone iki ayağının üzerine kalktı ve kanatlarını açabildiğine açtı. Az önce sakin olan Lala bile bu hareket karşısında huysuzlandı. Constanta çıngırağı çaldı ancak, ejderhalar kendi seslerinden onu bile duyamıyorlardı. Neden böyle olduğunu anlamamıştı Constanta. Asasını çıkardığı anda birisini gördü. Bir kız ejderhalara yaklaşıyordu.
"Hayır!" diye bağırdı Constanta ancak çok geç kalmıştı. Ejderha bir kuyruk darbesi ile kızı ağaca savurdu. Kızın kemik seslerini duydu Constanta. İçi bir hoş olmuştu. Karnını tuttu ve kızın yanına koşturdu. "Absorpe Protegrus!" diye bağırdı Constanta. Bir anda yorulduğunu hissetti ancak zamanlaması çok iyi idi. Persephone bütün gücü ile ateşini üflemeye başladı. Birkaç dakika sonra kaçtı. Constanta gözlerini bile açık tutamaz hale gelmişti. Kızın yanına yığılıverdi. | |
| | | Adelaide Wiltor Ravenclaw V. Sınıf
Gerçek İsim : Nurdan. Mesaj Sayısı : 141 Kayıt tarihi : 25/07/11
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (94/100) Patronus: Hipogrif
| Konu: Geri: Mazoşist misin sen? Cuma Ağus. 05, 2011 9:49 pm | |
| Etraf güneşin yüzünü hiç görmemişçesine soğuktu. Rüzgâr adeta kemiklerine kadar işliyor, dişlerinin takırtıyla birbirine vurmasına neden oluyordu. Sanki birazdan fırtına çıkacakmış gibi sertçe esen rüzgârın uğultusundan başka seste yoktu etrafta. Ne bir hayvan ne de başka bir canlı. Her şeyin üzerini ölüm örtmüş gibiydi. Sessizliğin çığlığını duyuyordu Adelaide. Sanki etraftaki her şey oraya ait değillermiş gibi isyan ediyor ama sesleri çıkmıyordu. Ve o an bütün sessizliği delen hıçkırıkları duydu. Etraf bu kadar sessiz olmasaydı duyamazdı belki de hıçkırıkları. Arkasına dönüp baktığında gördü onu. Kız arkası Adel’e dönük halde yerde oturmuş elleriyle kollarını ovalıyor, ileri geri sallanıyordu. Tereddütlü adımlarla yaklaştı. Tam kızın omzuna elini koyacaktı ki kız ona doğru döndü. O bakışları gördüğü an olduğu yere çakılmıştı sanki Adelaide. O gece gibi simsiyah, kömür gibi gözlerin karşısında ayaklarının bağı çözülüverdi ve dizlerinin üzerine düştü. Hareket edemiyordu o bakışların karşısında. Zihninin arkasına gönderdiği ama gene de aklından tamamen atamadığı o anı capcanlı bir şekilde gözlerinin önüne gelmişti. İçinde hiç sönmemiş olan suçluluk duygusu eskisinden de canlı bir şekilde tutuşmaya başlamıştı. Lareina’ya bakamıyor, gözlerini ondan kaçırmak istiyordu. Ama elinde değildi, tek bir organını bile oynatamıyordu. ‘ Neden?’diye bağırmak için ağzını açmaya kalkıştı ama ağzından soğuktan ötürü buhar buhar olmuş nefesinden başka bir şey çıkmadı. Hareket yeteneği yavaş yavaş yerine geliyor gibiydi ama sesi hala çıkmıyordu. Kollarını bacaklarına doladı ve o da ileri geri sallanmaya başladı. Ama onun vücudu değil ruhu üşüyordu. Vücudunun değil ruhunun sıcaklığa ihtiyacı vardı; sevginin sıcaklığına. Lari ona bakmayı sürdürüyor bir yandan da ileri geri gidip geliyordu oturduğu yerde. “Burası çok soğuk Adel. Etraf çok soğuk ben-ben-ben çok üşüyorum. Ben…” Ve düşmeye başladı. Sonu olmayan bir uçurumdan aşağı düşüyor gibiydi. Sonsuz, dipsiz bir uçurum… Lari düştükçe Adelaide’nin etrafı gittikçe bulanıklaşmaya başladı her yer karardı karardı. Adelaide’nin duyduğu son şey Lareina’nın çığlığı oldu: “Adel! Yardım et!”
Soğuk terler dökerek uyandı Adelaide. Her gözlerini kapadığında aynı duyguları hissetmekten aynı şeyleri yaşamaktan nefret etse de bunu istiyordu. En azından ona suçunu unutturmuyordu. Yatağında gözleri açık bir süre yattı ve tavana baktı. Babası öldükten(!) sonra ev değişmemiş aynı evde tek başına yaşamaya devam etmişti. Herhangi bir akrabasının yanına da gitmemişti. Zaten kaçını tanıyordu ki? Annesinin kendisini bile doğru düzgün tanıyamamışken akrabalarını nasıl bilebilirdi, zaten çoğunun Fransa’da olduğunu tahmin ediyordu. Babasına gelince… Sürekli bahsettiği Constanta halasından başka kardeşi var mıydı ki? Varsa da bilmiyordu. Ama babası halasının adını dilinden düşürmez sürekli onu anlatırdı Adelaide’ye. Hatta bir gün: ‘Eğer ben ölürsem tek ağlayacak kişi Constanta halandır kızım ve ben ölünce sen onun yanında kalmaya başlayacaksın.’ dediğini çok net bir şekilde hatırlıyordu Adel. Babasının, kolunun hafifçe çizildiğinde bile nasıl üzüldüğünü de hatırlıyordu Adelaide ve beraber geçirdikleri anıları hatırladıkça kendisinden daha çok nefret ediyordu. Şimdiki kollarına bakınca gözlerinin dolduğunu hissetti. Her tarafı kesik kesikti. Ama onu üzen şey bu değildi, onu asıl hüzünlendiren babasının burada olsa bu kollarını görünce nasıl da ağlayacağını bilmesiydi. Ama babası yoktu ve kollarını görünce üzülecek birisi de yoktu. Tek başınaydı. Bunun her farkına varışında üzüntüsü tekrardan nefrete dönüşüyordu; benliğine duyduğu nefrete… Yan tarafında duran içki şişesini yere attı ve şişe binlerce cam parçaya ayrıldı. Herhangi birisini aldı ve geçenlerde yaptırdığı dövmenin üzerine doğru tuttu. Tam bastırıp kesecekken babasının biraz önce de hatırladığı sözü düşüncelerine sızdı: ‘…ve ben ölünce sen onun yanında kalmaya başlayacaksın.’ Duraksadı ve elindeki cama baktı. Sessizce küfrederek fırlatıp attı cam parçasını. Bu zamana kadar onu hiç görmemişti ama neden şimdi yanına gitmeyecekti ki? Kim bilir babasının öldüğünden bile haberi yoktu belki. Onunda hakkı değil miydi her şeyi bilmek? Hem belki… Belki aradığı cevaplar ondaydı. Hala annesinin neden öldüğünü bilmiyordu. Belki de babası her şeyi kardeşine olduğu gün anlatmıştı. Belki halası onun gelmesini bekliyordu. Fazla iyimser davranıyordu. Belki de babası hiç bahsetmemişti ondan. Belki halası bir yeğeninin olduğunun farkında değildi. Sorular, sorular… Cevapları yoktu hiçbirinin. Neyin ne olduğunu bilmemek çıldırtıyordu Adelaide’yi.
Hızla yatağından kalktı ve dolabına doğru ilerledi. Babasıyla o konuşmayı yaptıkları gün ona bir kart vermişti. Üzerinde halasının adresi yazıyordu. Dolabın derinliklerine doğru indi ve bir anda yaptığı şeyin saçmalığını kavradı. Muggle’lar gibi davranmaya başlamıştı. Asasını yatağının başucundan aldı ve zarif bir el hareketiyle beraber ‘Accio Adres’ dedi. Yığılmış kıyafetlerin içinden bir kıpırtı yükseliyordu ve en sonunda adres elindeydi. Geriye kalan tek şey; üstünü değişme, Hızır Otobüsü çağırmak ve halasının yanına gitmekti. Bir dakika üç şey etmedi mi? Her neyse, dolabında askıda olan tek tişörtünü arkasına geçirdi ve pantolon yığınlarına döndü. Eline gelen ilk kotu giydi. Aynaya baktığında ne kadar vasat göründüğü değildi umurunda olan, umursadığı şey kollarındaki kesiklerdi. Halasının onu böyle görmesini istiyor muydu? Bilemiyordu ama madem halasıydı onu olduğu gibi kabul etmeliydi. Elinde aldığı hırkayı geri koydu ve asasını da alarak dışarı çıktı. Hava ılıktı. Güneş yakmıyordu ama insanı ısıtacak kadar da sıcaktı. Bahçede Hızır otobüsün gelemsini bekledi. Evet, seyahat için pek de mantıklı bir yol değildi ama şuan aklına gelen ilk şey buydu. Biraz sonra Hızır otobüs köşeyi dönerek hızla geldi ve önünde durdu. Kapı tıslayarak açıldığında Henry neşeli bir şekilde Adel’i karşıladı. “Selam Adelaide! Bu sefer nereye?” Adelaide Hızır otobüsün düzenli yolcularından biri gibi bir şeydi. “Selam Henry.” Sesine biraz sevecenlik katmaya çalışmıştı ama elinden gelenin en iyisi buydu. Elindeki adresi ve parayı verim arkadaki yerlerden birine gitti. Otobüs tekrar kalktığında o kadar hızlı hareket ediyor ve o kadar ani frenler yapıyordu ki Adelaide midesinin ağzına geldiğini hissediyordu. Her seferi böyle sallantılı olurdu ama ilk defa bu kadar hızlı gittiklerini görüyordu. “Şey Henry, neden bu kadar hızlı gittiğimizi söyler misin?” Henry yüzünde Adel’e tuhaf bir bakışla dönerek konuştu: “Verdiğin adresi okuma zahmetine girdin mi acaba? O kadar uzak mesafeye zamanında gitmek istersin diye hızlı gidiyoruz.” Adelaide sorduğuna pişman bir şekilde başını başka yöne çevirdi. Adres bu kadar uzak mıydı gerçekten? Nereye gittiğini bile bilmiyordu.
Otobüs nihayet durduğunda büyük bir mutlulukla indi otobüsten. Kusmamak için kendini zor tutuyordu. Biraz orada dikildikten sonra ancak kendine geldiğinde etrafına bakındı. Hiç bilmediği ve tanımadığı bir yerde yeşilliklerin arasındaydı. Önünde muazzam bir açıklık vardı ve açıklğın ortasındaki dev cüsseli ejderhaları görebiliyordu. Halasının ejderha terbiyecisi olduğunu biliyordu ama böyle bir manzara görmeyi de beklemiyordu. Kendinden emin adımlarla ejderhalara doğru yürümeye başladı. Onlardan korkmuyordu. Halası elindeki bir şeyi ejderhaya uzatmış bir şeyler söylüyordu. Ve sonra birden koştu ve açıklığın ucundaki uçurumdan aşağı atladı. Neler olduğunu anlayamadı Adelaide. Hayalsı neden intihar ediyordu? O da bir şeyler için kendini böyle mi cezalandırıyordu? Adel’in kendini kesmesi gibi bir yöntem miydi bu da? Ve sonra en büyüklerinden bir ejderha halasının peşinden uçuruma atladı ve geri döndüğünde halası ona tutunmuş bir şekildeydi. Neler olduğuna anlam veremedi Adelaide. Ama ejderhalara karşı muazzam bir çekim hissediyordu. Onlara doğru yaklaşmaya devam etti tutarsızca. Neler olabileceği hakkında en ufak bir fikri bile yoktu ama ateş ona çok cazip geliyordu. Ve birden her şey birbirine girdi. Halasının ‘Hayır!’ çığlığını hayal meyal duyabilmişti. Karnına inen uyruk darbesiyle ağaca savruldu. Artık hiçbir şey hissetmiyordu. Tek gördüğü boşluktu. Sonu gelmez, iflah olmaz boşluk… | |
| | | Constanta Gavriell Ejderha Terbiyecisi
Gerçek İsim : Elif. Mesaj Sayısı : 205 Kayıt tarihi : 25/07/11
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (82/100) Patronus: Çin Ejderi
| Konu: Geri: Mazoşist misin sen? Ptsi Ağus. 29, 2011 8:01 pm | |
| Son birkaç dakikayı hatırlayamıyordum. Son hatırladığım, aklımdan geçen bir kalkan büyüsüydü. Bu büyüyü yapmak çoğu büyücünün ölüm nedenini olmuştu. Bu büyüyü nasıl yaptığımı da bilmiyorum. Hala nasıl hayatta olduğuma dair bir fikir kırıntım bile yok. Sadece büyüyü yapmak istedim. Bu genç cadıyı korumayı hedefledim. Ejderhalar güçlü yaratıklardır. Onlarla uğraşmak şakaya gelmez. Her zaman yapacağınızın en iyisini yapmanız gerekir. Eğer yapmazsanız, doğacak sonuçlardan da sadece siz sorumlu olursunuz. Ben en iyisini denemiştim. Kesinlikle ölmem gerekiyordu. Yaşamam büyük bir şanstı. Büyüyü söylediğimi bile hatırlamıyorum. Sadece kızın kemiklerinin kırılma sesini aldım, ejderhaların huzursuzlandıklarını gördüm ve, büyüyü düşündüm. Uyandığında, derin bir nefes çekti içine. Sanki, ilk defa nefes alıyormuş gibi hissetti. Kurumuş toprağa su dökülmüş gibiydi. Nefes aldıkça genişleyen ciğerleri kaburga kemiklerine baskı yaptıkça canı yanıyordu. Boğazına düğümlenen yorgunluk vardı. Nefes almasına ve konuşmasına engel oluyordu. Yutkunmaya çalıştı ancak, gözlerini bile açık tutacak kadar yorgundu. Yanında yatan kızın dudakları arasından bir inleme çıktı. Acı çekiyordu anlaşılan. Constanta parmaklarını oynattı. Asasını almaya çalıştı. Asasını eline alamadı. Sadece parmakları ile oynatabiliyordu. Asanın ucuna parmakları değdiğinde bunun yeterli olduğunu düşündü. Asa iletkendir. Gücü alıp dışarıya verir. Emindi ki, dışarıdaki gücü de içeriye verebilirdi. Constanta sadece düşündü ve istedi. Ancak beyni düşünmeyi reddediyordu. Constanta bu durumdan kurtulamayacağını düşünüyordu. Burada ölüp gidecekti. Ormanın derinliklerine kimse uğramazdı. Gözlerinden süzülen bir damla yaş toprağa karıştı. Ölümcül İçgüdü bir yıldız gibi parladı. Constanta parmaklarından içeri giren ve sinir uçlarına kadar giden ışık huzmesinin, ona güç verdiğini hissetti. Kaslarının uyuşukluğu açılmaya başlamıştı. Eklemlerini hareket ettirebiliyordu. Sağlıklı bir şekilde düşünmeye başlamıştı. Kendini fazla zorlamadan ayağa kalktı. Eklemleri acıyordu. Kasları açılmaya hazırdı ancak bu kadar hızlı olmasını beklemiyorlardı. Ayağa kalktı ve asasını eline aldı. Yeniden vücuduna hükmetmekten mutluydu. Asanın iletkenliği doğru olarak kullanılmıştı. Kızın yanına gitti. Kemikleri darma duman olmuştu. Dudaklarının arasından çıkan inilti, canının ne kadar çok yandığının bir göstergesiydi. Asayı kaburga kemiklerinin üzerine koydu. Kızı döndüremezdi. Bu kırılan kemiklerini yerlerinden oynatabilirdi. Asanın ucunda parlayan ışık kızın bedeninde dolaştı. Constanta kızın yüzüne gelen saçlarını arkaya çekti. “Merak etme tatlım. İyileşeceksin. Sana ben bakacağım. Bu halde geri gönderemem seni.” O anda fark etti. Kızı başka bir yerde gördüğünü hatırlıyordu. En azından öyle düşünüyordu. Kız, tanıdık birilerine çok benziyordu. Constanta düşüncelerini zorladı. Ancak kime benzediğini hatırlayamıyordu. Birden bire şakağına keskin bir acı girdi. Geri çekilmek zorunda kaldı. Asa da elinden düşmüştü. Dizlerini kendine doğru çekti. Başını ellerinin arasına aldı. Görüşü bulanıklaşmıştı. Şakağındaki acıya daha fazla dayanamayacak gibiydi. Başını sıkmaya başladı. Kolları titriyordu. Önünde yatan kız, dudaklarından çıkan inilti ile kıpırdandı. Ancak Constanta ilgisini kıza bile veremedi. Şakağı o kadar çok acıyordu ki, bu ağrı nereye kadar giderdi bilemiyordu. | |
| | | | Mazoşist misin sen? | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|