Jason Tyler Lloyd Slytherin V. Sınıf
Mesaj Sayısı : 36 Kayıt tarihi : 25/07/11 Lakap : Dante.
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (98/100) Patronus: Beyaz Aslan
| Konu: Dante's Awakening. Ptsi Tem. 25, 2011 9:20 pm | |
| Uyandığında çimenlerin berbat kokusunun burun deliklerinden içeri nüfuz ettiğini fark etti. Yerinden doğrulmaya çalışsa da başarılı olamadı. Bedenini geriye bıraktıktan sonra bir müddet gökyüzüne bakıp kendisini toparlamaya çalıştı. Neden başının ağrıdığını, neden burada uyandığını bilmiyordu fakat öğrenmek için can atıyordu. Bir süre yerde yattıktan sonra doğrulmayı başarmıştı. Sağına soluna baktığında bir şey göremedi. Burnuna alışılagelmişin dışında bir koku da gelmiyordu. Ne yani burada uyuya mı kalmıştı? Saçmaydı, çok saçma… Baş ağrısının sebebini de bulamamasından ötürü homurdanarak ayağa kalktı büyücü. Üzerindeki tozu toprağı silkeledikten sonra okula doğru yürümeye başladı. Bir eliyle ağrıyan başını tutuyordu. Diğeri yer çekimine karşı sallanıyordu. Sallanan elinin bir işe yaramasını umut ederek kılıçlarını yokladı. İkisinin de yerli yerinde durduğunu fark edince rahatlamıştı bir nebze de olsa. Çimenlere uyguladığı soy kırım bittiğinde taş zemini adımladı. Zindanlardan ayrılmadan son kez dönüp bakmıştı arkasına. İki ilişkinin de bittiği yerdi. Yüreğini kimseye açamamıştı bu zamana kadar genç büyücü. Kin ve nefret bürüyen yüreği sanki örümcek ağlarıyla kaplanmıştı. Temiz kan pompalamak dışında başka bir işleve yaramıyordu.
Zindanlardan ayrılıp hızlı adımlarla şans sıvısına doğru yürüdü genç büyücü. Ertesi gün düello yapacağa yere bir göz gezdirmek istiyordu. Asa kullanmakta, kılıç kullanmakta olduğu kadar usta olmasa da bir şeyler yapmayı umuyordu. Yapamazsa, adı lekelenirdi. Afrodille karşısında aciz bir şekilde yenildikten sonra bir ikincisi olamazdı. Ne olurdu sanki birazcık derslerle ilgileniyor olsa. Büyüleri kusursuz uygulasa… Sonuçta, Jacob dışında kimse doğru düzgün kılıç kullanmayı bilmiyordu ve yapacağı düellolar hep asayla oluyordu. Bir tek onunla karşı karşıya geldiği zaman metaller konuşuyordu, kanlar boşalıyordu et bürümüş bedenlerden. İnsanoğlunun acizliğinin bir diğer kanıtını da gözler önüne sergiliyordu. Öldürülebilir olması… Ufak bir kesik, çok fazla can yakabilirdi. Tanrı bu konularda hiç adil değildi maalesef. Güya kendinden birçok özellikler vermişti Âdemoğluna. Madem bu tip özellikler vardı da insanlar neden, içlerinde kan bulunan etten poşetten ibarettiler? Hiç kimse bunları sorgulamaya kalkmazken o sorguluyordu başka işi yokmuş gibi. Millet susmaya, kabullenmeye alışmış, rahat ve mutlu bir şekilde yaşayabiliyordu ama o, bu dünyaya ayak uyduramıyordu. Birçok kez irin kusan, çürüyen, yerlerde sürünen bedenlerle karşılaşmıştı. Hatta yeri gelmişti, kendisi o bedenlerden birisi olmuştu. O zamandan sonra adalet kavramına ısınamamıştı büyücü. Güçlünün güçsüzü ezdiği bir dünyadan adalet beklenemezdi.
Platforma doğru büyük adımlarla ilerlerken sarışın bir silüet dikkatini çekti. Kim olduğunu anlaması pek uzun sürmemişti. Tanrıça… Güneş’in bile kıskançlıktan çatlamasına sebebiyet veren uzun sarı saçları, belinin bitiminde savruluyordu. Lapis lazuli mavisi gözleri, en derin okyanuslardan bile milyonlarca kat derin ve anlamlıydı. Tanrı’ya inanılması gereken bir nokta varsa eğer, bu nokta üzerinden inanılabilirdi. Benim diyen estetik uzmanları bir araya gelse bu kadar kusursuz bir şey ortaya çıkaramazlardı. Cadıya doğru ilerleyip yanında duraksadı. Onun baktığı yere doğru bakıyordu, platforma…
“Aaron’ı mı düşünüyorsun?” “Belki…” “Yapma Fae. Senin gibi bir Tanrıça’ya yakışıyor mu?” “Yakışıp yakışmadığına sen karar vereceksin yani?”
Daha fazla üstelemeyerek ellerini yana doğru açtı büyücü. Avuç içleri yukarıya bakıyordu. Başını hafifçe yana yatırdı. Cadının onu ne kadar çok sevdiğinin farkındaydı ama olan olmuştu. Ölenle ölünmez diye boşuna dememişlerdi. Pardesüsünün cebinden bir dal çıkartıp dudaklarının arasına götürdü. Her geçen gün daha fazla zehirlenen ciğerleri, paramparça olup dökülecekti bir gün. Bundan emindi ama mereti bırakamıyordu bir türlü. Sürekli yanında olan bir dost gibiydi. İlerde Kral olduğu zaman bırakabilirdi tabi. Ülkesi için uzun zaman yaşaması gerekiyordu. O zamana kadar birazcık kendi keyfine bakması bir sorun teşkil etmezdi. Aaron’ın cansız bedenini gördüğü günü hatırladı büyücü. Solgun beden, faltaşı gibi açılmış buz mavisi gözler ve gözlerinin önüne tutam tutam serpilmiş sarı saçlar… Saçma sapan bir düello uğruna öldüğü gerçeği dışında ölümünün büyücüyü ilgilendiren bir yanı yoktu. Düşündüğü adaletsizliğin ne kadar doğru olduğunu bir kez daha fark etmesini sağlamıştı bu olay.
“Bak, eğer anlatmak istersen… Dinlemeye razıyım.” “Belki başka zaman…” “Peki, o halde; seni düşüncelerinle yalnız bırakayım.”
Cadının yanından ayrılıp yatakhaneye doğru ilerlerdi büyücü. Çarşafların arasına gömülüp biraz başını dinlemeyi umuyordu. Aklı hâlâ nasıl o vaziyette uyandığındaydı ama mutlaka mantıklı bir açıklaması vardı. Sadece o açıklamayı bulmak zaman alacaktı.
&
Günlük antremanını yapar yapmaz Tanrıça’yla buluşacağı bölgeye doğru ilerlemeye başladı. Tam olarak ne konuşacağından emin değildi aslında, birazcık doğaçlama gidecekti. Kılıçlarının bacaklarının yanındaki kılıflara geçirdikten sonra şangırtılar senfonisi eşliğinde yürümeye devam etti. Hava durumundan dahi haberi yoktu büyücünün. Kalkar kalkmaz çalışmaya başlamıştı ve şimdi de cadıyla buluşacaktı. Okuldan dışarıya adımını atmamıştı ve onun gibi birisi için havasız kalmak zor olmalıydı. Sırlar odasına vardığında onu bekleyen cadıyı ve beraberinde sarf ettiği sözcükleri işitti kulakları. Yüzüne kibirli bir gülümseme yerleştirip cadının yanına doğru ilerledi. Aralarında birkaç santim kalınca duraksadı. Lapis lazuli mavisi gözler sanki büyücüyü yönetebilecek güçteydi. Etkisinden kurtulmak bir hayli zordu, mıktanıs gibi çekiyordu derinliğine. Cadının altın sarısı saçlarında gezdirdi elini bir süre ve aniden arkasına dönüp odayı arşınlamaya başladı.
“En son beni sevdiğin konusunda anlaşmıştık sanırım. Duygularını rahatça anlatabilmen için sana bir şans vereceğim, Tanrıça… Bu yüzden beni dinlemeyi bırakıp konuşmaya başlamalısın.”
Kibirle kutsanmış ruhunun her bir parçası bir başkasını arzularken nasıl olurdu da sarışın cadıyla ilişkisini sürdürmeye çalışabilirdi. Altın sarışı saçları, veela ruhuyla harmanlanmış bir şekilde baştan çıkartırken büyücünün iradesini kontrol altına alması pek de kolay olmamıştı. Yapabileceklerini beyin kıvrımlarından süzüp, mantığın en olgun haliyle bezedi kafatasının içindeki et parçasını. Aceleciliğin verdiği yanılsamalara, kontrolsüz ve düşüncesiz bir şekilde boyun eğmesi imkânsız olduğu kadar saçmaydı. Acımasızlığın her bir zerresini teneffüs etmiş bünyesinin, alınabilecek önemli kararlarda da podyuma çıkıp boy göstermesi gerekmekteydi. Cadı, Tanrı tarafından bahşedilen, baştan çıkarmak için birebir, çoğu erkeğin girdabında rotasını kaybettiği, veela’lık yeteneğini büyücüyü baştan çıkarmak için kullanmamıştı aslında. Böyle bir tezin doğruluğunu tartışmakla iyiden iyiye küçültmek istememişti ruhsuzluğunu. Saf beyazlıkla bezenmiş, sigara dumanı kıvamındaki ruhu; bedeninin içine hapsolmuş bir mahkûmdan ibaretti. Böyle bir durumda bile yapabileceklerinin sınırı ve mantığı yokken; ruhunun dışarı çıkması büyük bir nükleer patlamayı tetikleyebilirdi. Potter döneminden bu yana etrafta bir fare misali volta atan karanlık büyücü sıfatındaki insan bedenleri pek de umrunda değildi açıkçası. En başta bir efendileri vardı… Lord Voldemort. Ah, ne kadar yazık ki biçimsiz yüz hatlarıyla ve ufacık bir çocuğa karşı kaybettiği savaşla akıllara kazınmıştı. Daha sonra ortaya çıkan bazı karanlık akımların liderleri de bu işte istenilen başarıyı gösterememişlerdi. Tarihin tozlu sayfalarında unutulmaya yüz tutmuş gereksiz anılar olarak akıllarda dolaşacaktı belki de bir süre daha. Kendisi mi? Evet, o da karanlığın kol gezdiği yollardan ilerlemişti. Bazen sürünerek, bazen ise zirvede, güneş ışığıyla beraber ittifak halinde… Ama onun boyun eğdiği bir efendisi(!) olmamıştı bu zaman dilimi içerisinde. Kendisinin şuan bazı karanlık büyücüler ile birlikte bazı alengirli işler çeviriyor olması, onun bir yere bağlı olduğu anlamına gelmezdi. Sadece çaresiz hayvanların ve kölelerin efendileri olurdu. İnsanlar, kendi düşüncelerini, kendi görüşlerini ve fikirlerini bir heykeltıraş edasıyla işleyip, şekillendirirse; o zaman özgürce yaşamayı hak edecek gücü kendilerinde bulurlardı, bir başkasının boyunduruğu altında değil… Güçsüzler için adalet ve eşitlik en önemli nicelikler arasında yer alsa da kudretli kişi böyle zırvalara burun kıvırmaktan başka bir şey yapmazdı. Sefil insanları kendi buyruğuna sokup olabildiğinden daha da güçlü olmak ona bir kaybettirmezdi. Aksi halde tüm dünyayı önünde diz çöktürebilecek kudreti yakalaması an meselesi olurdu. Tabi merhamet, adalet, hak, eşitlik gibi zırvalar kalbinin derinliklerinde gömülü değilse… Şu lanet okuldan tümüyle kopabildiği an, büyücünün bu düşüncelerine can vereceği an olacaktı. Herkesin, onun önünde korkudan titremesini izleyecekti donuk bakışlarıyla ve şen şakrak kahkahalarıyla. İngiltere Kralı olma yolunda büyük adımlar atmıştı bu zamana kadar. Tahtın varisleri arasında konuşulan yegâne isim, ketumluğun, acımasızlığın doruk noktası olan; Jason Tyler Lloyd.
Düşüncelerinden çekip çıkarılmıştı adeta bir şey tarafından. Cadının kemikli ve zarif elini omzunda hissettiğinde kızın eliyle lapis lazuli mavisi gözlerinde ilmek dokudu bir süre. Anlamamazlıktan gelen zekânın neyin peşinde olduğunu anlamaya çalışıyordu. Cadının yüzünde yayılan sıcak tebessüm ardından, azarlarmışçasına çıkardığı tınıyla harmanlanmış ses tonu büyücüyü kendisine getirmeye yetmişti. Tropikal aromaların dans ettiği koku, huşu içerisinde odayı kapladığını fark etti. Aynı zamanda bedeninin de yavaş yavaş çöküşe geçtiğini, göz kapaklarının ağırlaştığını, kısacası mayıştığını… Tanrıça’nın düz saçları adeta en keskin kılıçlara dönüvermişti büyücü için. Biçimli yüz hatlarının her bir zerresi kendine göre fazlasıyla iddaalıydı. Lapis lazuli mavisi gözleri, özenle imal edilmiş göz çukurlarında saklanıyordu, adeta eşi benzeri bulunmayan hazineler gibiydi. Büyük bir özenle yerlerine tek tek yerleştirilmiş kaşlar ve kirpikler, Afrodit’i kıskandıracak cinsten düzgün ve biçimli burunla birlikte tamamlanıyordu. Elmacık kemiklerinin orantısındaki sıfır hata gözlerden kaçmazken dolgun dudakları bütün günahkârlığıyla insanı içine çekmekten başka bir şey yapmıyordu. Saçlarının da eşlik etmesiyle birlikte kafasını silkeledi biraz da şaşkınlıkla. Kendisine ne olduğu konusunda akla mantığa sığan bir açıklama yapamazken bu durum hakkında bir çözüm yolu da bulamıyordu. Endişenin ete kemiğe bürünüp münakaşaya girdiği zihnindeki olası sessizlik, mantıklı düşünmesi için yeterli olacaktı. Ama görünüşe göre şuan mantıklı düşünmenin sırası değildi. En azından başına gelen her neyse daha tazeliğini yitirmemiş nadide bir bitki gibiydi. Aradan biraz zaman geçtiğinde eski tazeliği kalmayacak, büyücü de başına gelen her ne ise buna mantıklı bir açıklama getirecekti.
“Eritheia…”
Dudaklarından zoraki ayrılan kelime ile birlikte ona ilk defa bu şekilde hitap ettiğini idrak ettiğini anlaması pek zor olmamıştı. Normal şartlar altında ya Fae ya da Tanrıça derdi. Tanrı aşkına bu da nedir böyle? Bünyenin eski gücünü toparlaması ne kadar sürecekti bilmiyordu fakat o zamana kadar aykırı giden bu düzeni yadırgamayarak ona ayak uydurması gerekiyordu. Aynı zamanda da karşısında duran cadıya da fire vermemesi lazımdı. Aksi halde incir çekirdeğini bile doldurmayacak bir sorun büyüyüp giderdi ve büyücü bunun önünü alamazdı. Efsanelerden fırlayıp gelmiş gibi duran peri kızının elini kavrayıp omzundan ayırdı. O kadar iğneleyici bakışın etkilemediği el, artık kendi elinin içindeydi ve en önemlisi; omzunda değildi. Hayat bu kadar kolay mıydı? Basit hareketlerle düzene sokulan bir yaşam; hiç içten değildi. Pentagram tersine işliyordu şuan. İnsan ruhunun hükmetmesi gereken dört elemen; hava, su, toprak, ateş… İnsan ruhuna karşı dillere destan bir zafer kazanmış gibiydi. Lanet olsun!
“Konuşmayacağım... Tanrıça. Ama sen konuşacaksın, ve ben; yüzündeki her bir kıvrımı ezberleyene kadar bakacağım yüzüne.”
Cadının elini yavaş yavaş bırakırken en son ayrılan parmaklar bir müddet birbirlerine hasret duyacaklardı büyük ihtimalle. Umutların yeşerdiği bereketli topraklar, hayal adı verilen ekinlerin çürümesine sebebiyet veriyordu. | |
|
Valeria Nerissa Wesley Sihirli Yaratıkların Bakımı Profesörü
Gerçek İsim : Ebru. Mesaj Sayısı : 1504 Kayıt tarihi : 13/09/09 Yaş : 30
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (100/100) Patronus: Beyaz Leopar
| Konu: Geri: Dante's Awakening. Ptsi Tem. 25, 2011 9:23 pm | |
| Betimleme: 29 / 30 Paragraf Düzeni: 5 / 5 İmla Düzeni: 10 / 10 Anlatım: 39 / 40 Kurgu: 15 / 15
Puanınız; 98. Ailemize hoşgeldiniz. | |
|