Ayaklarına giydiği siyah çizmeler kar kaplamış zemine attığı her adımda arkasından gelecek kişilerin ayakkabı numarasını öğrenebileceği kadar belirgin izler bırakıyordu. Kar taneleriyse yerde çok da fazla birikmeyen kar tabakasını arttırmayacak şekilde tek tük dökülüyordu gökyüzünden. Winona, teyzesinin Londra'daki evinden çıktığından beri kafasını kaldırıp etrafına bakınmadığından bu kar tanelerinin düşüşünü ancak her biri üzerindeki mavi kabana konduğunda eriyerek bıraktığı küçük su damlasından kavrayabiliyordu. Aslında birkaç gündür uyandığı andan itibaren aklını kurcalayan tek şey resmen def edilir gibi okuldan gönderilmeleriydi. Lordun yapma olasılığı olan herhangi bir saldırı ihbarına karşı mıydı bu, yoksa söyledikleri gibi okulla ilgili mi bir sorun vardı? Eğer öyle bir şeyse gizli de olsa MIE'in bir üyesi olarak orada bulunmalıydı. Nedense sebepsiz ve süresiz tatilini doyasıya geçirmek yerine kendini her an bunu düşünürken buluyordu. Zaten geri çağırılma ihtimaline karşı Londra'daydılar ve bu şehir avantajını kullanmak için Armilla ile anlaşmışlardı. İnsanın neredeyse her gün, her dakika gördüğü arkadaşından ayrı bir ortamda olması bile garip geliyordu artık, en sevdiği ve ona şans getirdiğine inandığı kolyesinin boynunda olmaması gibi bir histi bu. Her elini boynuna attığında onun yokluğunu hissedersin ya, ne zaman başını sağa sola döndürse etrafta onu bulamamak böyle eksik hissettiriyordu kendini. En azından onu göreceğini düşününce dudaklarının iki yanından yukarı çekilmesine engel olamadı. Winona için belki insanlara değer vermek çok güçtü ama verdiği değeri asla boşa çıkaracak kişiler için harcamazdı, bu aptallık ve acı çekme isteğinden başka bir şey olamazdı.
Kafasını yukarı kaldırdığında burnunun ucuna düşen bir taneyi yoksayarak gözlerini açıp gökyüzüne baktı. Masmavi bir kumaşın üzerinde hareket eden pamuklar şubat ayından çok ilkbaharları anımsatıyordu ona. İlkbaharlar güzeldi, taze... Buluşacakları yerin sokağının başında durmuş ve gökyüzünü izleyen garip kız görüntüsünden kurtulmak istercesine kafasını iki yana salladı ve beyaz şapkasını birkaç el hareketiyle düzeltti. Soğuktan donacağından emin olduğu ellerine her şeye rağmen eldiven takmamıştı, korktuğunun başına gelmemesi içinse onları yumruk yapıp ceplerine soktu. Küçük bir saç teli tam o sırada şapkasından sıyrılıp gözünün önüne düşmüş olsa da yeni yeni ısınan parmaklarını çıkartıp o saçı geriye atma eziyetini çekmek istemedi. Ancak adımlarını hızlandırıp hızlandırmaması gerektiğini ancak saate bakıp öğrenebilirdi, ne yazık ki elleri yeniden üşüyecekti. Kendi kendine söylenip telefonunu çıkardı ve saate baktı; çok da erken sayılmazdı, geç de kalmamıştı. Her zamanki sakin adımlar birbirini izlerken alışkanlıktan gelen ufak dönüşüyle mekana girmiş oldu. Winona hep açık havayı daha çok severdi ve kendini soğuk havaya rağmen dışarıdaki masalara bakmaktan alamadı. Dışarıda sadece seslerini alçak tutmaya çalışarak tartışan iki sevgili ve kendisi gibi kararsız kalma ihtimali dışında birini bekliyor olabilecek orta yaşlarda bir adam vardı. Bedenini belki biraz da üzgün bir şekilde muhtemelen sıcacık olan içeriye bırakırken kafasını döndürüp Armilla'nın oralarda olup olmadığına baktı. En azından gelişini görebilmek için girişe yakın masadaki kapıya bakan sandalyeye bırakmayı düşündü kendini. Paltosunu çıkarıp solunda sandalyeye bıraktı ve üzerindeki beyaz kazağı çekiştirerek düzeltmeye çalıştı. Biraz nemlenmiş şapkasını da sandalyeye bırakıp arkadaşı gelene kadar menüyü karıştırmaya başladı.