*Lynnette Heloise Sneaux
*Zekidir, daima mantığıyla hareket eder. Güvenilirdir, sırlara değer verir. Kendisine yapılmasını istemediği şeyi başkalarına yapmaz. Sessiz sakin görünüşünün altında her ne kadar eğlenceli biri yatsa da eğlencenin de dozunu kaçırmayacağını anlayabilecek kadar olgun bir yapıya sahiptir. Serinkanlıdır, olaylara hep farklı bakış açılarıyla bakar. Her ne kadar serinkanlı olsa da ara sıra duygusallığı, serinkanlılığına baskı uygular ve duygusal çöküntü yaşar.
*Henüz modelimi seçmedim.
*Henüz kurguyu tam olarak oturtmadım.
*Pişmanlığı onu alt üst etmiş, fırtınanın gökyüzü rengiyle oynadığı gibi düşünceleri de onunla kısa ve acımasız oyunlar oynamaya dalmıştı. Kendini her zaman bu boşluğu dolduramayacağı gerçeğiyle yüzyüze getirmeye çalışsa da ne yaparsa yapsın onun yokluğuna alışamamıştı. Kendi suçu olmasından mıydı, bir suçlu araması gerektiğinden miydi, bilmiyordu. Sadece nedensizce her hatayı kendine mâl ediyor, tüm suçu omuzlarına yüklenmeye hazırlanıyordu. Normalde kimsenin, hatta kendinin bile suçunu üstlenebilecek bir karakteri olmamasına rağmen sevdiği adamın ölümündeki her ayrıntının hatasını kendi sırtlayabilirdi. Çok sevmişti, sadece onu sevmişti ve bu, onu daha da acımasız ve karmaşık duygulara sürüklüyordu.Ölmesi gerekmiyordu, onun yerine kendisi bile ölebilirdi. Hatta şimdi gidip onu mezarından çıkarabilir, içine girebilirdi. Ondan önce de sevdiği bir sürü adam olmuştu. Hatta onun sonunda da acılar çekmişti ama bu farklıydı, eskiden olduğu gibi bir iki günlük bir şey değildi.
Kafasını kaldırdı ve bir kez daha içinden bir ürperme geçti. Karşısındaki duvarda, eskimiş bir çerçevenin içinde, gülümseyen, birbirinden hiç ayrılamayacaklarmış gibi tutkuyla bakışan iki sevgiliyi gördü. Biri kumral, büyük ve yosun yeşili gözleriyle sımsıcak bakan, düzgün çene yapılı son derece yakışıklı bir erkekti. Hayatı boyunca gerçekten sevdiği tek erkekti. Karşısındaki kadın ise, ona tutkuyla bağlıydı. Menekşe moru gözlerinden okunuyordu bu. Kadının boynunda, yosun rengini andıran yeşim taşından küçük sade bir kolye asılıydı. Bu kolyeyi ona o çok sevdiği, ölmüş olsa bile kalbinde yaşatacağı sevgilisinin son hediyesiydi. O günü anımsadı. Güzel bir sonbahar günü, yağmurda yürümeyi umuyorlardı. Ama hiç beklemedikleri güneşin gülümsemesi üzerine sıcak günün keyfini çıkarmak istediklerini düşünmüş ve o anı ölümsüzleştirmek istemişlerdi. Yoldan geçen, hiç tanımadıkları bir çocuğa fotoğraf makinesini verdiler. Çocuk tam fotoğrafı çekeceği zaman, klasik filmlerdeki gibi olmuştu. John’un eli kalktı ve çocuğa durmasını söyledi. Sonrasında elleri cebine gitti ve yosun yeşilini anımsatan, yeşim taşından yapılmış kolyeyi bir anda takıverdi Mariyln’in ince ve zarif boynuna. Marilyn kolyesinde elini gezdirdi ve John’un dudaklarına tatlı ve kısacık bir öpücük kondurdu. Marilyn çocuğa fotoğrafı çekebileceğini söylediğinde, kameraya değil John’un yosun gözlerine bakıyordu. Bu anı geçeli fazla olmamıştı. Aradan sadece bir ay geçmişti. Dile kolay bir ay. O bir ay da John gitmişti.
O güne lanetler ediyordu. John’u kaybetmiş olmasına dayanamıyordu, bu gerçeği bilmek istemiyordu. Onun acısına engel olabilecek hiçbir şey yoktu. Hayata küsmüştü, belki de sadece kısa bir depresyon geçiriyordu. Ama bu içindeki pişmanlığı ve hiç dinmeyecekmiş gibi görünen acısına mâni olamıyordu. Belki yine bir başkasını bulacaktı “Hayır, hayır, hayır..!” diye geçirdi içinden. Ondan başkası olamazdı hayatında. O ölmüş olsa bile onu unutamazdı. Ona bu hainliği yapamazdı. Onun kokusu hala evin her köşesindeydi. Hatta giydiği kıyafetinde bile onun kokusu sinmişti. Bomboş duvarlarda bile onun anısı vardı. Bu evdeki her şey, bu semtteki, hatta dünyadaki her şey Marilyn’e, John’u hatırlatıyordu. Böyle bir durumda nasıl unutabilirdi ki onu? Hayır, yapamazdı.
Bir an eli kaşmir fularına gitti. Farkında değildi ama saatlerce ağlamıştı ve fuları sırılsıklam olmuştu. Zorlukla ayağa kalktı, banyoya doğru yürümeye başladı, yürümüyordu adeta bedenini sürüklüyordu. Kapının önüne geldiğinde, güçlükle kapının kolunu çevirdi ve kendini lavabonun önündeki aynaya doğru bir iki adım daha atmaya zorladı. Güçlükle attığı adımlarından sonra kafasını kaldırdı ve aynadaki ağlamaktan kan çanağına dönmüş olan menekşe gözlere baktı. Gözbebekleri çok boş bakıyordu, sanki aynadaki yüz ona ait değildi. Eli saçlarına doğru kaydı, günlerdir taramıyordu fazlasıyla birbirine karışmıştı ve son derece itici görünüyordu. Aynadaki yüze son bir defa daha baktı, gözlerinin altı çökmüştü. Yeter artık diye düşündü, kendine bu kadar kötü davranmayı bırakmalıydı. Bir an önce üzerindekileri çıkardı ve kendini duşa attı. Sıcak su az da olsa iyi gelmişti, bedenindeki kaslar yavaş yavaş gevşemeye başlıyordu. Duşta çok uzun süre durduktan sonra hemen kurulandı ve saçlarını kuruttuktan sonra odasına doğru yürümeye başladı. Artık sürüklenmeye ihtiyacı yoktu, az da olsa kendine gelmişti. Odasına geldi ve dolabındaki bütün siyah elbiselerini, kıyafetlerini çıkardı. Çok sevdiği siyah gömleğini yatağın üzerine fırlattı ve gömleğinin altına siyah, diz boyunda bir etek seçti. Uyumlu olduğunu düşünüyordu. Marilyn her zaman uyumlu giyinirdi. Hemen siyah bir topuklu ayakkabı seçti. Herhangi bir aksesuar istemiyordu, sadece yosun yeşili kolyesini takacaktı. Saçlarını salık bıraktı, sade bir makyaj yaptıktan sonra boy aynasındaki kadına uzun uzun baktı. Banyodaki halinden daha güzel görünüyordu. Siyah, beline kadar uzanan dalgalı saçları, kıyafetiyle tam bi ahenk içindeydi. Nadir bulunan menekşe moru gözleri, boş bakmıyordu ama parlamıyorduda. “Her neyse. Artık hazırım.” Diye geçirdi içinden ve onun için ölümsüz olan sevgilisinin mezarına gitmek için kapıyı çekti ve çıktı.
Ehm, eski bi role play olduğundan dolayı biraz kötüdür. Kusura bakmayın artık. ^^