Hogwarts'a geldiğimden beri arkadaşlarımla olmak beni rahatlatıyordu. Öte yandan da aklımın bir köşesi hep Venedik'teydi. Babamda. Onun kaçak yaşamında bana yer yoktu belki; ama en azından bana bir baykuş postası göndermeliydi. Küçüklüğümden babam hakkında aklımda kalan tek şey o pürüzsüz yanağıma kondurduğu küçük öpücük ve bir 'pof' sesiyle yok olması. Elbette onun yüzünü net hatırlıyordum: yorgun, korkulu, özlem dolu bir bakışla kaçtıştı o gece. O gittikten sonra odama dalan o iğrenç seherbazların şimdi ölü olması bir nebze olsun içimi rahatlatıyordu. Babamın o yosun yeşili gözleriyle bana veda etmesine neden olan o seherbazların...
Bu düşüncelerin sebep olduğu birkaç gözyaşının göle düşmesiyle çıkan o ses bile irkilmeme yetmişti. Hava fazla karanlık değildi; ama sabahın köründe de değildik. Babamı her zaman bu göl kenarında düşünürdüm. Sessiz ve soğuk. Evet soğuk, soğuğu severdim. Aslında şuana kadar. Havada aniden bir değişim olmuştu sanki. Birden bir şimşek çaktı ve yağmur yağmaya başladı. Bense şortum ve askılı badyimle yağmur damlalarının gölde yaptığı küçük şekilleri izliyordum. Yağmurun saçlarımı mahvetmesine izin verirken tekrar bir ışık hüzmesi gölü kapladı ve ardından o şimşek sesi yine duyuldu. Gölün çevresini saran ağaçlardan hormurtular yükseldi. Yağmurun etkisiyle olmalı ki gözyaşlarımı daha fazla tutamadım. Aslında yağmur küçük bir bahaneydi. Babam ise en büyük etken. Arkadaşlarımın aileleriyle olan anılarını dinlemek bile rahatsız olmama yetiyordu.
Yine bir şimşek ve yine gözlerimden sicim sicim akan yaşlar. Ağlarken aniden irkilmeme neden olan şey ne gözyaşlarımın göle düşüp yağmurdan dolayı duyulamayacak kadar az sesi ne de şimşekti. Arkamdan yaklaşan biriydi bu. Arkamı dönmeye cesaret edemedim. Gelenin kim ya da ne olduğuna bakmak için arkamı dönemeyecek kadar üzgündüm. Ağlamak beni yormuştu. Kafamı eğdim, gözlerimi kapadım ve bir profesörün beni burada yakalayıp azarlamaması için dua ettim.