Ambriel Nisroc
Gerçek İsim : Hande Mesaj Sayısı : 19 Kayıt tarihi : 10/04/10 Yaş : 29
| Konu: Ambriel Ptsi Nis. 26, 2010 3:08 am | |
| Adı Ambriel Nisroc Yaşı 21
Doğum Tarihi dokuz.kasım Uyruk daha karar veremedim. Kişisel Özellikleri Küçük kardeş olmanın rahatlığıyla başlayan sorumsuzluğu ileri seviyelere gelmiş bazen duyarlı olduğu olaylarla ilgili sorumluluklardan bile kaçmıştır. İstediğinde insanları ikna edebilir ki bu özelliği en çok işinde kullanır. Genelde ise farklı fikirler duymayı ve tartışmayı tercih eder. Çok kolay uyum sağlayabildiği söylenemez, herhangi bir ortama ya da birine. Buna rağmen çevresi geniştir ki yine mesleğine bağlı bir özelliği. Kendini kolayca dağıtabilir, duygusal anlamda değil. Ateşviskilerinin arasında kaybolur ve ne zaman ortaya çıkacağı da pek belli olmaz. Yine de yeni geldiği Londra'ya varmadan önce ailesinden gelen bin bir türlü tehdidin ardından -yaşlı halayla yaşamak gibi- daha uslu* olmaya karar verdi.
Fiziksel Özellikleri Ünlümü daha almadım ki
İstediği Meslek Tedarikçi, ayaklı Borgin&Burkes gibi. Ama kurgu vs. yapınca bu karakterin bilinen mesleği o olmayacak o yüzden rütbe Ressam&Tedarikçi olursa çoo...ook sevinirim.
Neden bu Meslek? Patron yok, mesai saati yok.
Örnek bir Roleplay bu arada repe ile ilgili hemen not düşeyim. bir kaç tane örnek yazmayı denedim ama olmadı, hepsi yarım kaldı. örnek ya da puan alma repesi olunca hiçbir şey yazamadığımdan olsa gerek. ilerleyen günlerde de denemek isterdim ama sınavlarım başlıyor vs. vs. yine de kabul edilmezse -iki hafta sonra- yazarım umarım. çok uzattım biliyorum ama son olarak konu bütünlüğünün olmaması online repe'mden alıntı olmasındandır, sustum.
- Spoiler:
Julius ne zaman öleceğini düşünürken o eşsiz Volturi Kalesi her adımda kendini daha fazla gösteriyordu. Düne kadar ölebileceği hiç aklına gelmezken, şu an ölümünün böyle bir yerde olacak olması bile teselliydi onun için. Ölüm kaçınılmazdı, ölüm O’ndan bile soğuktu. İfadesiz ve kolayca yönlendirilebilir tavrını korurken, çevresine daha dikkatli bakmaya başlamıştı. Yanında yürüdüğü onu adeta sürükleyen adamın iticiliğinin yeni yeni farkına varıyordu. Ve öbür adamın asilliği de ilkinin iticiliği kadar çarpıcıydı ama ondaki tek şey asillik değildi. Ürküten, otoriter bir havası vardı. Daha fazla bakmayarak hiç konuşmamış veya bir şey yapmamış olan diğer kıza baktı. Buraya süs olarak geldiğini de sanmıyordu, bir nedeni olmalıydı. Hala böyle şeyleri düşünebilmesi inanılmazdı aslında. Bugün öleceğini biliyor ve detaylara takılıyordu. Onlar devasa şatoya ilk adımlarını atarlarken, Renata hala gelmemişti. Onların her adımında kokusu silikleşiyordu. Gelmemesinden endişelenmiyordu, gelmemesi çok daha iyiydi. Biraz sonra olabilecek her türlü kötü şeyi görmesine dayanamayacağı üç kişiden biriydi artık. Renata, Mell ve Clem... Sıralama önemsiz, en klişe laflardan biriyle özetlemek gerekirse hepsinin yeri ayrıydı. Bu arada, etrafta ne de çok koruma vardı öyle! Hepsi de “o daha asil olana” -kim olduğunu öğrenene kadar, böyle diyecekti- taparcasına bakıyordu. Ürkütücü olduğu kesindi, herkesin bir kişiye böylesine bağlılıkla bakması? Geç de olsa o an anladı liderlerden olduğunu ve ilk defa gerçek korkuyu hissetti. Öylesine biri ölümünü istiyorsa, çıkış yolu olamazdı. Hemen ardındansa en dengesiz haliyle aptal cesaretinin korkusunu deşip yere yığmasını saniyeler boyu hissetti. Madem eninde sonunda ölecekti, aklından geçeni yapabilirdi. Aklından “Süpermen” gibi davranmak geçmezdi tabiî ki, o kadarına da cesurluk denmezdi. Boş bakışları gidip yerine kararlılık ve cesaret gelirken yürüyüşü de dikleşmişti, o an olabilecek ölçülerde... Merdivenlerden inmişler ve fazla ağır demirlerle yapılmış, birçok zindan tarafından karşılanmışlardı. Bunlardan herhangi birine kibarca atılırken (!) hediye olarak bir adet Jane ve bir sürü fare kendisine adeta bahşedilmişti. Fareler içgüdüsel olarak Julius’a yaklaşmıyorlardı ki dibine bile sokulsalar O asla hayvan kanı içmezdi, hele de fare kanı, rezalet… Fareler dışında gayet temizdi aslında, ilginç. Farelerin bu yaklaşmama hareketine şükretti ve -gerçekten kötü görünüyorlardı- sağ kolunu başının arkasına koyarak uzandı. Yarım saati böyle geçmişti. Uzanmadaki rahatlığın nereden geldiği sorulacak olursa da, hala üzerinde ölmekten başka yol olmadığını bilmenin verdiği garip cesaret vardı. Çıkış yolu yoksa istediği gibi davranırdı, daha ne kaybedebilirdi ki? İlk yarım saatlik sürede, yanında Jane dahi yoktu ama o tavanın ne kadar da ilginç göründüğünü incelerken, önünden bir sürü kişi geçiyordu. Bir an kendini sirkte gösteriye çıkan o sakallı kadınlar veya sihirbazlar gibi hissetmişti. Geliyorlar, bakıp ifadelerindeki anlamsızlıkla geri dönüyorlardı. Tam gözlerini kapamış, sırf bu kadar sessizlik onu boğduğundan ezberlediği kitapları zihnine dolduruyordu ki o dayanılmaz acı beynine yeniden saplandı. Boş bulunmanın verdiği etkiyle bir haykırış yükseldi zindanda ancak bir süre sonra ona da gücü kalmadı ve sesi git gide kısıldı. Bu acıyı ilk tattığında bile bu kadar bağırmamıştı. Düşüncelerini genişletmeye çalıştı, önce romandan devam etmeyi deneyecek olduysa da şu anda buna hiç hali olmadığını ne yazık ki biliyordu. Kendine güç verecek yegâne şeyi düşündü; Renata... Bir gülümsemesinde kaybolmayı dilerdi veya çok klasik de olsa sonsuza kadar birlikte yaşamalarını. Bir anda bağlanmıştı ama asla bir anlık olamazdı. Adı üstünde, bağlanmıştı ona işte... Ama düşüncelere dalmaya bile hakkı yoktu burada. Bu kız gittikçe kötüleşiyordu! Sanki düşündüğü şeylerin güzel olmasından haberci de acıyı özellikle arttırmış gibiydi. Küçük sadist! Dönüştürüldüğü yaşı düşününce o yaşta nasıl bu kadar kötü duygulara sahip olabilmişti de bu yetenek ve bu acımasızlık ona sunulmuştu. Bütün çocuklar masum olmayabiliyordu demek ki. Gözlerini kırpıştırdı bunu nasıl yaptığına şaşacakken acının bittiğinin yenice bilincine varmıştı. Ama kız sanki ona acı çektirmekten apayrı bir zevk alıyormuşçasına gitmemiş üstüne bir de gülüyordu. Durmasının tek sebebi gelen birilerinin olmasıydı. “Off”lamakla yetindi. Neden hala öldürmüyorlardı ki onu? Kendini Araf’ta gibi hissediyordu. Günahlarının bedelini ödüyordu sanki tek tek. Günahlarını ödetenler melekler veya Tanrı olsa (!) bu kadar yakınmazdı. Gelenlere bakmadan kapının demirindeki biraz önce olmadığına yemin edebileceği el izine çarptı gözü. Kimin yaptığını asla bilemeyecekken yeniden *ziyaretçilerine* çevirdi hırçın bakışlarını. Bu konum biraz ona elinden oyuncağı alınan huysuz insan çocuklarını hatırlattı. Olayın alakası olmasa da gelenlere tam anlamıyla öyle bakmıştı. Bir kahkaha patlatırken O’nun çoktan aklını yitirdiğini düşünmüş olacaklar ki bir şey söylemeden gitmişlerdi. Bu arada Jane de dertleşme faslına kaldığı yerden devam ediyordu. Ne yazık ki bu acı paylaştıkça azalmıyordu gittikçe yıpratıyor ve hiç alışık olmadığı yorgunluğu yeniden tattırıyordu Julius’a.
Tam bir gün böyle geçti. Yalnız kalabilecekmiş gibi görünmüyordu ki kalsa ne faydası olacaktı? Girişteki korumaları gördüğü an kaçma fikrinden soğumuştu. Kaçmayı deneseydi şimdiye kadar ölürdü herhalde. Uzunca bir acı seansından sonra yere yığılmış, gözlerini açmak istemez bir halde nefes almadan duruyordu. Yine birilerinin geldiğini duydu. Bu sefer gözlerine de bakmak istemiyordu kimsenin. Buna rağmen bakmaya zorlanırken gelen Aro Volturi’ydi. Evet, adını öğrenmişti artık ve hafızası dipsiz kazan olsa unutmayacağından emindi. Donuk bakışlar atmaktan başka bir şey yapmadı, bir ikna konuşması için gelmiş olmalıydı. Gösteri için gelecek olsa şimdiye kadar yüz kez Jane’e çalıştırma komutunu vermiş olurdu. Sirk de değil, tam bir lunapark! Acı çektirmeyi sevenler için ideal. Aro Volturi, ihtişamını bu zindan köşesine yayarken Julius içinde nedensiz bir saygı kabardığını hissetti. O’nun öldürülmesini isteyen kişiye saygı duyuyordu, gerçekten delirmiş olmalıydı. Renata’yı sevmemesi, uzak durması gerektiğiyle ilgili nutukvari bir konuşma yapılırken Julius bunun gerekliliğini anlamış değildi. Lanet olsun zaten ölecekti! Ne gerek vardı bunlara, neden hala öldürülmüyordu hoş Jane ölümden beterdi ya... Her seferinde konuşmaya çalışıp, düşüncelerini göstermek istediğinde, kanı olsa onu dahi dondurabilecek bir bakışla susturuluyordu. Dikkatlice dinlerken, artık susturulacağını bildiğinden en azından bakışlarıyla kararlılığını sürdürmeye karar verdi. Artık çok sıradan gelmeye başlamıştı ona olanlar. Önce Jane, sonra herhangi biri kavga ya da konuşma için gelir, sonra yine Jane ve Jane ve yine biri... Belirli bir düzeni yok ama alışılamayacak gibi de değil. Her konuşmaya gelene aynı tepki, Aro Volturi hariç. O geldiğinde susuyordu anlatamadığı bir histen dolayı... Histen çok, etki altına alınmış gibiydi. Lafları bölmek istemiyor ve bölemiyordu da... Gece olduğunda şatoya normal olarak sessizlik daha bi’ hâkimdi. Jane’den fırsat kaldıkça Renata’nın çığlıklarını dinliyordu ki bu Jane’den daha kötü işkenceler olduğunu fark etmesine sebepti.
Bir günün daha ardından Demetri ve biri daha zindana gelmişlerdi. Evet, Demetri’nin de adını öğrenmişti, itici olan hani. Onlar gelir gelmez herhangi bir kavgaya kendini hazırlamışken bir an sonra zindanları arkalarında bırakıp ilerlemeye başladılar... Harika! Sonunda ölebilecekti. Ölmek ilk tercihi olmasa da o zindanda kalmak yerine ölmeyi seçerdi. İki tane 37’lik merdivenden sonra kasvetli bir koridora geçtiler, duvardaki meşalelerden başka etrafı aydınlatacak bi’ şey yoktu. Koridordaki her çeşit kapının yanından geçip, şeffaf olanına girmişlerdi. Daha doğrusu Demetri ve yanındaki adam girmiş, Julius da *kibarca* atılmıştı, yine! Cidden bu yerlere atılma olayı can sıkıcıydı. Biraz sonra sıkılacak bir canı olmayacağını düşününce atılma fikri o kadar da kötü gelmedi. Odadaki aynaların farkına vardı. Her tarafta kendini görmek fazlasıyla rahatsız ediciydi. Dışarıdakiler içeride ne olup bittiğini görüyor fakat içeridekiler kendisini görüyor, çok ilginç... Zaten burada görmediği *ilginçlik* kalmamıştı. Tam ayağa kalkmaya yeltenmişken diğerlerine kıyasla daha hafif bir acıyla çöktü *yeniden*. Sesleri duyabiliyor, gözleri de açık ama ayağa kalkacak kadar rahat bırakılmadığını anladı. Ve karşısındaki adam Aro Volturi, ona hor gören bakışlarını savururken Julius’un içinde duyduğu o anlamsız saygı da sona erdi. “Renata’yı buraya getirin.” Ama bu haksızlık –yine oyuncağı alınmış çocuk tepkisi- ! ! Son anlarında Renata’nın yanında olmasını, daha doğrusu kendisinin bu şekilde öldüğünü görmesini istemiyordu. Üç gündür yapmasına izin verilmediği bir şeyi yapıp güçlü olmak istiyordu, rahat değil güçlü... Ölürken istese de gülemeyecekti veya içinden de olsa “geçecek” diyemeyecekti. Bu kadar da kötü bir durumda hatırlanmak istemiyordu. Çok geç... Renata içeri girdiği anda Jane eski formuna dönmüş, acı tüm müthişliğiyle onu kıstırıyordu *yine*. Burada her şey planlıydı, bir oyun gibi -oyunları sevmezdi-. Ölmek için bekleyecekti anlaşılan. Acının eski kıvamına gelmesiyle Julius Renata’yı göremese de Renata O’nu bütün zavallılığıyla görebilirdi, hem de her aynada... Kokusunu belki de son kez duyabilmek için sürekli nefes almaya başlamıştı. Her nefesinde acıdan farklı bir şey daha yakıyordu onu, başka bir şekilde başka bir yerde olmayı daha doğrusu olmalarını diliyordu. Jane’i bile hissetmediği bu anlarda, Julius’un asıl canını yakan O’na bu kadar yakın olup da O’ndan bu kadar uzak kalmaktı. Gerçekten, güçsüz hissediyordu. O an güç alabileceği tek kişi; Renata, bu odadayken yerde adeta kıvranan adam çılgınca düşüncelerine engel olamıyordu. Kokusuyla kendinden geçerken ölümü bile hatırlamıyordu. Tek istediği O’nu öpmekti. İşte o an; zaman duracak, kalbi yeniden atacak ve güç bulacaktı. Nasıl olsa burada düşüncelerine değer veren -düşüncelerini okuyan- biri yoktu. Mantığın varlığını inkâr ederek, kaç yüzyıldır özlediği duygularını serbest bıraktı. “Arkadaşına iyi bakabilmiş miyiz, Renata?”. Jane biricik eğlencesini terk etmiş -çok yazık- ve Julius’un sağ eli Aro Volturi’nin eliyle temasa geçtiğinde vampirlik hayatındaki her anısı gözlerinin önünden hızlıca geçmeye başladı. Julius’un Mell’i bulması, Mell’in de Clem’i... Uzun bir süre değişmeyen gezgin hayatındaki her anı akıp gidiyordu. Ve sonra kütüphane, -anılar yavaşladı- her düşüncesi her hareketini adeta yeniden yaşıyordu. İstemsiz oluşacak bir gülümsemeyi engelledi. Elini geri aldığında Jane’in hala devreye girmemiş olmasına aldanmayarak hala dizlerinin üstünde duruyor, hala o -sadece varlığını yeni fark ettiği- inatçı çocuk bakışlarıyla Aro Volturi’ye bakıyordu.
| |
|
George Crownie Hogwarts Müdürü
Gerçek İsim : umut. Mesaj Sayısı : 1989 Kayıt tarihi : 11/07/09 Yaş : 32 Lakap : geo.
Karakter Bilgileri Rol Puanı: (100/100) Patronus: Mantikor
| Konu: Geri: Ambriel Çarş. Nis. 28, 2010 1:45 am | |
| | |
|